Allah-ü Teala, bir varlığa hayat verdiğinde o hayat paketinin içinde derdi/zorluğu da veriyor. Hiçbir canlı yoktur ki, bir sıkıntısı veya yorgunluğu olmasın.

Kerim olarak yaratılan insanın hayatı ise, çok daha karmaşık sorunlarla dolu. Çünkü bu dünya hikmet diyarıdır, hikmet ise zahmete dayanıyor.

Mesela, insan kümelerinin karşılaştıkları problemlerin ortak olması, birlikte hareket etme becerilerini artırdığı için sonuçta güç ve kuvvet dediğimiz fayda hasıl oluyor.

Adına ister imtihan diyelim, ister bela ya da keder, darlık, acı her neyse bunların göreceli seviyeleri ancak “anlam” ile tespit edilebilir.

Yani kişilerin karşılaştığı sorunlardan etkilenme derecesi, “iki kere iki dört eder” kıvamında bir rasyonalite ile değil, o kimsenin dünya görüşü, kabul ve kanaatleri, inancı, iddiası, düşünce ve meyilleri ile ilgilidir.

Sabır ile imanın iç içe geçtiği yer de burasıdır.

Müslümanlara, karşılaştıkları musibette, isyan ve kendini mahvetme yerine veya “kahrolsun” deyip mana alemini karartmak yerine, “Allah’tan geldik, yine Allah’a döneceğiz” sözünün telkin edilmesi -Allahü alem- onları elem ve ızdırap üzerinden ulvi/aşkın güce sevk etmeye matuftur.

Haliyle beşerin zorluk/ayrılık karşısında büyüyen çaresizliği, sonsuz kudret sahibi “el Kadir” ile aradaki bağını canlandırınca, bitip tükenmesi olmayan ahireti daha nitelikli hatırlamaya başlar.

Sırf İslam’ı yaşamaya çalışırken, karşısına çıkan/çıkarılan engellere tahammül eden kimse, bir mefkure sahibi demektir.

Bir dönem Bu Ülke’de “başörtü mücadelesi” diye sembolleşen direnişte olduğu gibi, dertlerine azim ve sebatla sarılanlar, bu tahammüllerini diri tuttukları müddetçe, en başta izzet ve mevzi kazanmak gibi nice lütuflara erişirler/eriştiler.

Peki sıradan sırf dünya hayatını -ki alışılan ortalama refah ile- yaşamaya çalışırken, karşısına çıkan/çıkarılan pürüzlere nasıl bir anlam yüklenmelidir ki, tolere edilsin, hafife alınsın, hatta tahammülünden uhrevi bir lezzet alınsın.

Her gün akaryakıta zam geldiğini gören avam halkın sağduyu sınırlarını zorlamak, sebatında bereket aranan bir dava değildir. 

Marketleri filan orantısız zam yapmakla suçlayıp devletin sattıklarına “fiyat düzenlemesi” diyerek memleketin engin irfanına sığınmak, sadece güven buhranı değil, memlekete özgü bir “anlam” krizidir, sabrında lezzet olan bir dava değildir.

Vatandaşın mecburi kullanmak zorunda olduğu kimi kalemlerdeki abartılı fiyat artışlarının “kontrolsüz” olduğu algısı oluşurken, “bütün dünyada vaziyet şöyle böyle” açıklamalarıyla sabır çağrısı yapmak, geniş kitleler tarafından çok ikna edici bulunmamaktadır, bu “hoş gör yahu” ile görmezden gelinecek bir dava değildir.

Sınavlardaki başarılar hiçe sayılarak, memur alımlarında ısrarla devam edilen mülakat uygulamasının, devlet tarafından hala savunulması, toplumda devlet/iktidar ricaline karşı gelişen adaletsizlik ithamını beslemektedir, bu mesela “devlet ebed müddet” için mecburi bir dava değildir.

Geçmişten bugüne ödenen bunca bedelle çok zor kazanılan kimi haklar, yarın elden gittiğinde, tek bir şey konuşulacaktır; “vebal”.

Hz. Ömer’in "hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz” sözünün ağırlığı, halk için farklı, yönetenler için farklıdır.

Elhasıl, Bu Ülke’nin insanı, kıldan ince kılıçtan keskin bir zeminde bugünlere geldi. Bundan sonrasına, dini, namusu ve çocukları adına güvenle bakmak istiyor.

Dava budur.