Cehalet, zaruret ve ihtilafla beraber bitmeyen savaşların, kırsaldaki zorlukların ve de yönetimden kaynaklı birikmiş problemlerin hayli geri bıraktığı bir ahaliye, tüm bunları aşacağını ve müreffeh bir hayata kavuşacağını vaad edenler, toplumun olmazsa olmaz sabitelerini de atılacaklar içine koyduklarında artık direnmek için çok geçti.

Rehberlik edecek alimleri asılarak, sürülerek, hapsedilerek ortadan kaldırılmış, yokluk ve yoksullukla kitleler canından bezdirilmiş, doğru bilgi kaynakları kapatılmış, seçme ve seçilme hakkı elinden alınmış bir halkın içler acısı haliydi kitabın ortası.

Saltanat kötülendi önce, ne yapıp edip bunun yanlışlığı halka kabul ettirilmeliydi. Padişahın bütün aile bireylerini memleketten çıkardıktan sonra saltanatın ne kadar yanlış olduğunu anlatmak diğer mevzulara göre en kolay olanıydı.

Çünkü kendilerini savunacak durumda da olmadıklarından tüm suçlar üzerine yıkılmakla kalınmayacak, bunun için fosforlu bir tarih de yazılacaktı, üstüne de babadan oğula geçen bir yönetim anlayışının ne kadar akıldan, hikmetten ve sosyal adaletten uzak olduğu işlenecekti. Batılı hak ile karıştırınca tadından yenmezdi, öyle oldu: “Saltanat uğruna beşikteki kardeşlerini öldürmüşler zaten, deli de olsa, çocuk da olsa sırf saltanat hatırına başa geçirmişler zaten, İslam da buna karşı zaten, halk kendini yönetememiş zaten, batıda saltanat olmadığı için gelişiyorlar zaten..”

Tabi saltanata küfür ve hakaretler yağdırıp, “onun yüzünden geri kalmıştık iyi ki kurtulduk” dedirtilen zavallı toplum, İngiltere, Hollanda, İsveç, Danimarka, Norveç, İspanya, Belçika, Monaco, Andorra, Lüksemburg, Liechtenstein gibi neredeyse bütün Avrupa ülkelerinin krallıkla/monarşiyle yani düpedüz saltanatla yönetilmeye devam ettiğini öğrendiğinde taşlar çoktan yerine oturmuş olacaktı.

Saltanatın kaldırılması tamamdı. Sırada Kur’an vardı.

Yalnız Kur’an’ı kaldırmak öyle kolay değildi. Çünkü onun sahibi devlet aygıtı ya da toplum değildi.

Kaldı ki toplumun Kur’an’la ilgili kabul ve kanaati köklüydü, bunun için dikkatli adım atmak gerekiyordu.

Dili Arapça idi. O zaman evvela Arab’ın üzerine gidilmeli idi ki ardından Arapçanın/Arap elifbasının değersizleştirilmesi mümkün olsun, bir de Kur’an öğretimi de bir şekilde engellenirse toplumun Kur’an’la bağı zayıflatılabilirdi.

Arab’ın zihinlerde hain ve düşman diye kodlanması çok zor olmadı. Bu konuda örnek bulmak veya üretmek çocuk oyuncağıydı. Arap, kötü ise onların alfabesi de artık şaibeli oluyordu.

Hem şu kargacık burgacık harfler değil miydi bizi böyle geri bırakan(!). Bu harflerden kurtulursak bizim de modern şehirlerimiz olacaktı, kendi otomobilimizi yapacaktık.

Şu Arap harflerini bırakıp Latin alfabesine geçtiğimizde bizim de Paris gibi, Londra, Viyana, Roma, Berlin gibi geniş geniş caddeleri, üniversiteleri, çalımlı apartmanları, sokak sokak tramvayları olan şehirlerimiz olacaktı.

Fakirliğimizin sebebi “cim ha hı” idi. “Kaf kef lam mim nun” yüzünden fabrikalarımız yoktu.

“Lamelif” yüzünden Louis Le Prince’in icad ettiği fotoğraf makinesini yapamıyorduk.

“Vav he ye” yüzünden Sholes’in yaptığı daktilo makinesini bulmak bize nasip olmuyordu.

Romalılar’ın kullandığı Latin harfleriyle yazmalıydık ki, İngilizler, Fransızlar, Almanlar ve diğerleri gibi kısa sürede gelişelim, üretimde sanayide çağ atlayalım.

Alabildiğine yorgun, bitkin, örselenmiş, sindirilmiş, susturulmuş, artık muhakemeye mecali kalmamış saf yığınların neye inanıp inanmadığının çok da kaale alınmadığı günlerde “Arap harflerini atarak gelişeceğiz” deniliyorsa öyle kabul edilecekti, vakta ki itiraz sadır olursa bazı kellelerin gitmesi de makulattandı.

Ve bir sabah ansızın bizi dünyanın süper gücü yapacak adım atıldı. Artık Kur’an harfleri için “onlar eski” deniyordu, yeni yazıyı öğrenmeyip sadece eski yazı bilen ise cahildi, zavallıydı.

Eski yazı ile yazılan kitaplar da eskiydi dolayısıyla onlar da geri kalmamızın failleri arasındaydı, boştu, değersizdi, gereksizdi, okumaya değmezdi, okunursa geri kalınırdı.

Allah’ın emri olan çarşafa, tesettüre bile “bizi geri bırakan çağdışı kıyafetler” diye inandırılan çocukların Arapça elifbanın da bizi bin yıl öncesinin çöllerinde bıraktığına inandırılmaları hiç de zor olmadı.

Hatta latin alfabesiyle değil de Arap elifbasıyla yazılan eserlerin hiç birinin kapağını bile açmaktan uzak duracak kadar..

Ne diyordu Merhum Aliya: “Bütün medeniyetlerin özü ve ilerlemesi, yok edilmesi ve inkar edilmesine değil, devam ettirilmesine bağlıdır. Yazı, milletin tarihteki devamını sağlar ve "akılda tutma" şeklidir. Arap harflerinin kaldırılmasıyla Türkiye için, yazıda korunan geçmişin bütün nimeti kaybolmuş oldu. Birçok diğer "paralel" reformlarla beraber, yeni Türk nesli kendini manevi dayanaktan yoksun ve adeta bir çeşit manevi boşluk (vakum) içinde buldu. Türkiye kendi "hafızasını", geçmişini kaybetti. Bu durum kime gerekli idi?” (İslam Deklarasyonu)

Her yıl 3 Kasım tarihi bu coğrafya için nice matem günlerinden biri olarak gelir. Kalp ülkemizde bayraklar yarıya iner. Musalla taşımızda görkemli bir medeniyet yatar. Yıkanmadan kefenlenmiştir, meyyitin adı telaffuz edilmez, nasıl bilirdiniz diye sorulmaz. Bir rol verilir öne geçirilene sonra dört tekbirle uğurlanır bir hazin öykü yeniden..

Evet dillerin farklılığı Allah’ın ayetlerindendir. Çinli biri Müslüman olduğunda Çincesini bırakmak zorunda değildir ya da İtalyan biri, Latin alfabesini.

Ancak Kur’an’ı, harfleriyle alıp duygularınıza ve devletinize giydirmişseniz, onu çıkardığınızda üryan kalırsınız, pusulanızı şaşırırsınız, kimseye kendinizi beğendiremezsiniz, acınacak bir şaşkınlıkla oradan oraya savrulur durursunuz.

İlerlemek mi? Harfler ayağınıza takılır, düşersiniz..