Tam da şu Afganistan’dan üst düzey yetkililerin Türkiye’de Dışişleri Bakanlığı ile görüştüğü hafta, bu ülkede ciddi izler bırakan bir devrimin de yıl dönümüydü: “11 Ekim 1926 Kılık Kıyafet İnkılabı.”

Şu inkılap mevzusuna geçmeden mini bir parantez açalım.

Hacca, Umreye gidenler, orada farklı İslam ülkelerinden gelen erkeklerin, ihram dışında, kendilerine has kıyafetlerini görürler. Türkiye’den gelenlerin de hususi bir kıyafeti olması gerektiğini düşünenler, beyaz takke ile beraber yandan düğmeli, önde büyük iki cebi olan çeketimsi gömlek, altta hafif şalvarımsı takım elbiseyi hac/umre kıyafeti gibi yaymışlar. Yalnız, burada şöyle bir ayrıntı var. Diğer Müslüman halklar, oraya özel bir kıyafet giymezken, buradan gidenler ise söz konusu kıyafeti sadece orada giyiyor. 

Gavur padişah diye de anılan İkinci Mahmut’un, fes ve pantolon devrimi ve sonrasında daha da hızlanan yozlaşmalarla birlikte, devlet ile Müslüman halk arasında açılan makas, 1926 yılına gelindiğinde ne sakal bırakacaktı ne sarık ne de peçe. Şapka kanunu ile hırslarını alamayanlar bir yıl sonra çıkardıkları kıyafet kanunu ile İslamiliği veya geleneği çağrıştıran tüm giyim kuşama müdahale etmekle kalmadılar, 1934 yılında çıkardıkları bir kanunla da, din adamlarının cami dışında dini kıyafetle dolaşmalarını yasakladılar.

Kanundaki dil de son derece irrite edici idi: “Laiklik esasını devrimin ve rejimin ana ilkesi tanımış olan Cumhuriyet hükümeti, bu yolda attığı adımların doğal bir sonucu ve gereği olarak ruhanilerin dini kıyafetlerini ancak ayinler sırasında taşıyıp, ayinler dışında herhangi bir bireyin taşıyabileceği kıyafetlerde bulunması konusunu gerekli görmüştür.”

Kilise literatüründen ruhani ve ayin kelimelerinin ustaca kanuna yerleştirilmesi, cami ve imam gibi İslami terminolojiye nasıl bir kin ve nefret duyduklarını ele veriyordu.

Daha üç gün önce İstanbul Barosundaki sevinç gösterisinde kimi avukatların laikçi şovunun güdüsel dayanağını da herhalde yukarda alıntıladığımız ve sıkılı yumruk gibi kaleme alınan kanun maddeleri içinde aramak gerek. 

O vakitlerde yasanın meclise geleceğini fark eden bazı yerel yetkililer, şirinleme fırsatını kaçırmamışlardı. Mesela Tirebolu Belediyesi 7 Ekim 1926 tarihinde, ilçede peçe takılmasını yasaklayarak 48 saat içinde peçesini çıkarmayan kadınların cezalandırılacağını duyurmuştu. Trabzon Vilayet Meclisi kanundan hemen iki ay sonra Aralık 1926 yılında aldığı bir kararla peçeyi yasaklamış peçe takmada ısrar eden kadınların ise, karakola sevk edileceğini ilan etmişti. Yine 1934 senesinde, Bodrum ilçe yönetimi, peçe ve çarşaf yasağına uymayan kadınların belediye tarafından cezalandırılmasına karar vermişti.

Kılık Kıyafet Kanunu tabi ki, sadece yasak ve cezalarda kalmadı. Bunun nesillerin kafasına yerleştirilmesi için ilkokul birinci sınıftan başlayarak ders kitaplarında, “peçe, çarşaf, sarık, cübbe, şalvar, takke, başörtü gibi kıyafetler geri kalmamızın baş sebebi” denilerek hedef tahtasına kondu ve bilinçaltında o elbiselerin çağrışım uzayı aşağılandı, değersizleştirildi, ‘gelişmenin düşmanı’ etiketiyle gömüldü.

Maalesef hâlâ ders kitaplarında kılık kıyafet devriminin -güya- neden gerekli olduğu, çocuklara aynı usulle kavratılmaya çalışılıyor.

Her ne kadar kısmen bastırılmış gözükse de başörtüsünü, devletin düzeni ve güvenliğiyle ilişkilendiren laik militarist nefretin ne kadar canlı olduğu da bir gerçektir.

Sarık ve cübbe ile ilgili tavırdan ise, Diyanet Reisi dışında asla taviz verilmemektedir. Ki buna üç ay önce muhtemelen namaz için giydiği sarıklı cübbeli kıyafetiyle görüntülenen Tuğamiral Mehmet Sarı’nın derhal görevden alınması misal olarak verilebilir.

İsrailoğullarının uzun süre boyun eğdikleri zulmü içselleştirmeleri gibi, daha öncelikli dertler varken yerel ve İslami sembollere ilişen asimile politikalarını çok umursamayan toplumda da, “kendi”nden istifa etmiş bir patoloji ortaya çıktı.

Bu, sadece bir takım ultra seküler sanatçı veya kullanışlı siyasetçi ve gazetecilerle sınırlı değildir.

Ashab-ı Kehf’in dönüşü gibi bir takım devlet yetkilileri üç asır öncesinden o dönemin kılık kıyafetleriyle uyanıp şu anda, halkın karşısına çıksalar -maalesef- “şu saygısızlara bak, bir kravat bile takmamışlar” diye burun kıvıracak kadar mankurtlaştırılmış bir kitle refleksi üretildi.

Annesini yiyen yavru akrepler gibi kendi geçmişini imhaya ayarlı tek tipleştirici şovenist zihniyeti güçlendirenlerin bu vebaldeki nasibi de her türlü maslahattan varestedir.

Ve bu kanıksanmış mağlubiyet, Necip Fazıl Merhum’un “akrebin kıskacında yoğurmuş bizi kader” derken bahsettiği kaderdir.

Bu hastalık tedavi edilmediği sürece de bu diyarda İblisin zürriyeti artmaya ve eforunu artırmaya devam edecektir.