Mümin ise imanı, itaati ve ameli nispetinde görünüşte zahmet çekse de ruhen, kalben ve aklen  huzurludur.

Ancak müminin bu dünyada  hedefi rahata kavuşmak değildir. Çünkü iman ettiği değerler ona rahatın ancak cennette yani ahirette mümkün olacağını söyler ve bu dünyanın rahatlık yurdu değil çalışma, dert ve endişe yurdu olduğunu telkin eder. Dolayısıyla mümin kimse, her hareketinde ve her sözünde bir endişe sahibidir, rahat değildir. Harekete geçmeden önce kendisine sormadan edemez: “Acaba yapacağım iş helal midir yoksa haram mı?, adalet midir yoksa zulüm mü?, Müslümanların lehine mi yoksa aleyhine mi?, vs.” Hem kırk sefer düşünür sonra konuşur. Çünkü söylediği sözle cehennemin en alt çukuruna gitme tehlikesini bilir. Hele hele bir makam ve mevki sahibi ise, topluluğa konuşuyorsa sözlerinin, telafisi imkansız felaketlere yol açacağını bilir ve öyle konuşur.

Öyle ki diğer varlıklarla zorunlu iletişimi ve buna bağlı olarak da birçok fıtri rolü olan insanın, çevresindeki herkese ve her şeye karşı sorumluluğu vardır ve bu sorumluluk en başta konuşmasıyla ilgilidir. İslam`ın, insan için getirdiği hayati prensiplerin çoğu da, konuşma biçimini ıslah etmeyi amaçlar: “Anne babaya öf bile demeyin, yalan konuşmayın, gıybet etmeyin, lakap takmayın, eşeklerin sesine benzer seslenmeyin, küfür ve inkar sözlerden uzak durun, incitici, kırıcı, aldatıcı, fitneci ve isyankar  konuşmayın, güzel söz söyleyin, ümit verici ve doğru konuşun, edepli ve saygılı hitap edin, vs.” 

Evet içimizde ve dışımızda gerçekleşen her olay, bizim için doğrudan ve dolaylı olarak hem uzak ve yakın olarak  imtihandan başka bir şey değildir. Hiçbir imtihan da rahat kazanılmamıştır. Bizden çok uzakta birileri bir şiddet sergilemişse, bu bizim için bir imtihandır; acaba bu olayı, hak ve hakikat merkezli mi değerlendireceğiz yoksa inkarcıların sözlerine mi uyacağız. Her Müslümanın hakkı ve hukuku da emanet olarak imtihandır. Acaba emaneti koruyacak mıyız, yoksa ihanet mi edeceğiz. Her makam, her mikrofon, her kürsü çok ciddi imtihanlardır. Kuran-ı Kerim, Sünnet-i Seniyye ve İslam tarihi hep bu hakikate vurgu yapmıştır.

Üsame bin Laden`in şehid edilme haberini fasıklardan alır almaz, imtihanı kaybedenlerin, memnuniyet konuşurken ne kadar rahat olduklarını büyük bir rahatsızlıkla, esefle ve dehşetle izledik. Bu rahatlığı koltukların rahatlığına bağlamak fazla iyimserlik olur. Bu rahatlık aslında; “Siz nasılsanız öyle yönetilirsiniz” emr-i ilahisinde hatırlatılan toplumun rahatlığıdır. ‘Benim gibi düşünmeyen kimse, Müslüman da olsa, hakkında söylenen her eleştiri doğrudur ve ölmesi de öldürülmesi de iyidir`, biçimindeki sadist rahatlığın, İslam toplumlarını getireceği nokta budur. İslam düşmanı Amerika ve çetesi tarafından bir Müslümanın şehid edildiğini duyan kimse, evvela; “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun” demeli ve sonra bilmediği ayrıntılar için susmalı ki, kıyamet günü hesapta rahat olsun.

Gerçi, on binlerce İslam alimini,  şapka giymedi diye, Şeriat istedi diye, irticacı diye darağaçlarında rahatça asan bir laik düzeni savunmaya devam ettikçe, başka nasıl konuşulur ki?

Kendi cumhurunun on binlercesini çok rahat bir şekilde toplu katliamlardan geçiren, evlerini, köylerini yakıp boşaltan, dilini yok sayan, dinini yasaklayan bir rejimin tepesinden başka nasıl konuşulur ki?

Kendi halkının ahlakı, ıslahı ve iyiliği için çabalayan binlerce Müslümanı, ‘camiye gidip Kuran dersi verme suçuyla!` tam bir rahatlıkla, en azılı terörist muamelesi yaparak işkencelerden geçiren, çoğunu şehid eden bir sistemin temsilcisi olunca başka nasıl konuşulur ki?

Irakta, Afganistan`da, Pakistan`da, milyonlarca Müslümanı katleden, camileri bombalayan, törenle Kur`an yakan Amerika`nın yaptıklarına, ‘terörle mücadele` deyip rahatça destek veren bir cumhuriyetin başında olunca başka nasıl konuşulur ki?  

Daha fazla yazacaktım ama rahat değilim dostlar rahat değilim.