Şu virüs illeti, aylardır bize birkaç kelimeyi adeta vird yaptı. ‘Mesafe’, ‘karantina’,’vaka’, ‘maske’ ve ‘sığar’ gibi..

Sığmanın kökü, derinliğin zıddı ve yüzeysellik anlamındaki ‘sığ’ kelimesi ise bu, bir yetersizliği ve zorlanmayı çağrıştırır. Ancak bunun diğer bir türevi olan sığdırmanın, sanat ve üretimde mahareti tarif etmesi ilginçtir.

Bir de bu kökle akraba gibi duran ve bazen tatlı bazen acı gerçeğimiz olan sığınma var.

Hayat eve sığar derken, kader-i ilahi, elbette hayatı zindana sığmış/sığdırılmış mazlumları hatırlattı. Şimdi de bayram eve sığar demeye başladık. Bunu, elli küsur bayramdır cezaevinde olan dostların duyacağı şekilde söylemek ise yüzümüzü kızartıyor.

Rabbimiz, gerçek hayatın, ancak ahiret yurdunda olduğunu bildirir. (Ankebut 64) Haliyle, hayatın kalitesi ve lezzeti, mekanın keyfiyetine değil cennetle olan alakasına bağlıdır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin Lemalar’da naklettiği “Arz-ül felati mea’l e’da fincan, semmi’l hıyat-ı mea’l ahbab meydan’ diye meşhur bir söz var. Yani; “düşmanla beraber iken sahrâ, bir fincan kadar dar; ahbapla beraber iken iğne deliği, bir meydan kadar geniştir.”(el-Aclûnî, Keşfü’l-Hafâ 2/246)

Yine Üstad’ın “dost istersen Allah yeter” sözü ile hakikatin özü şu olur: Mevlâ’nın zikriyle, Kitab’ıyla meşgul olduktan sonra bırakın sığmasını, hayatın tad vermeyeceği bir yer yoktur.

Rivayetinin kritiğini bırakıp manasındaki mükemmelliğe gelirsek: “Ben yerlere ve göklere sığmadım, ancak mü’min kulumun kalbine sığdım." (Aclunî 2/195) hadisi de sığmanın izafiyetinden ufkumuza istikamet çizmektedir.  

Bir kimsenin inancı, dünya görüşü, kanaatleri, düşünce biçimi, kabul ve kanaatleri hayatını gerçekte nereye sığdırdığını veya sığdıramadığını gösterdiğine göre tatminsizliğin boşluğunda sürekli aşağıya yuvarlananlar için de dışarı ile içeri arasında fark yoktur.

Ele avuca sığmayan ümitvar tarafını bırakıp kendini incir çekirdeği kadar küçük meselelere hapsedenlerin de evde ya da sokakta olmasının ne önemi var? Karanlık ve örtmeyi anlatan zulüm ve küfür de aslında kâinatın sahibinin tek Allah oluşunu bir türlü zihnine sığdıramayanların yaşadıkları darlığın resmi gibidir.

Daha önce ‘öylesine’, ‘rasgele’ bir sığdırma yerine hayatı, evde nasıl verimli kılarız? bunun peşine düşmek gerekir demiştik. Hayatı nerede yaşadığımızdan öte nasıl yaşadığımızdan sorulacağız.

Ve bayram. ‘Kim ister ki’ diye başlayıp acizliğimizin ezdiği nefsimizi ‘bak yoksa virüs kimseye acımıyor’ diye susturmanın en zor olduğu kritik bir zaman diliminden söz ediyoruz. Böylece ziyaretleşmenin, yüz yüze iletişimin, birlikte muhabbetin kadrini kıymetini bilmemekteki ısrarımıza karşı Rabbimizin bizi terbiye etmesi de diyeceğimiz mevcut durumun kalkması için yaptığımız dualardaki içtenliğimiz de artacaktır. Şimdi hiç kuşkunuz olmasın, şu anda her şey normale dönse, seminer ve sohbet için gönüllü faaliyet gösteren dernekler dolup taşacaktır.

Esas olan, nasıl kutlanacağına dair kesin hatlarla çizilmiş bir kurallar formu/farzları/şartları olmadığına göre eldeki nimetlerin her biri ile sevincin ifadesi ve paylaşımı için çabalamak değilse zorda, yoklukta, uzakta, esarette, hastalıkta olanlar için bayram mefhumu körelecektir. Hem de paylaşım araçlarının, mesafeleri bu kadar kısaltıp engelleri bir bir kaldırdığı bir çağda sıla-yı rahmin ve tebriğin özrü, sıfırlanmış gibidir.

İlâhi lütuflar için dünyevi mekanların zahirinden öteye geçmek önemliyse bayram gönle sığar demek en doğrusudur. Bayram için illa ki sınırlı bir zaman vardır ancak tanımlı bir mekan yoktur. 

Bayramınız mübarek olsun.