Konferanslar, seminerler, TV programları ile seyr-ü seferimize sekizinci ülkede devam ediyoruz. Sekiz değil sekizyüz ülkeye bile varsanız yeryüzü; taşı, toprağı, havası ve suyu ile aynı: Fani bir tarla, kırılacak bir ayna.

            Ve üzerine serpiştirilmiş yedi milyar küçük küçük kâinat. Onların da dinleri, dilleri, derileri ve kimi düşleriyle dertleri ayrışsa da üzerlerine düşen Esma-İlahiye’nin yansıması aynı: Celal ve cemal.

            Sonra haritanın ortasından koparılmış parçaların rengi aynı: Kan kırmızısı. Bir de göçüp gidenlerle geçip gitmeyen muhacirlerin yürek sızısı.

            Ve alın size en ağırından bir hicran satırı; toprağa düşmeden gurbete düşerken, sabır kundağında dualarla filizlenmiş evladını kendisinin gidemediği öz yurdundan Rabbine gönderen bir babanın kalbinden dökülen hazin hatıra..

            Geçen ay bugünlerde, Allah’ı unutturmaya ayarlı bütün aparatların konforlu işkencesine yaşamak diyen bir uzak diyarda -Hollanda’nın Den haag şehrinde- adeta “ahad” “ahad” diye direnen Hüseyincan, elim bir kaza ile çok sevdiği Rabbine kavuşmuştu.

                Süleyman Koraltan, 15 yaşında Allah’a ısmarladığı oğlunu anlatırken bir fetih daha okuyor olacaksınız. Tabi köşemize sığdırabildiğimiz kadarıyla.

           Bu öyküyü “eyvah çocuklarımız kayboluyor” endişesini “Hayır, ümitlerimiz büyüyor” tesellisi ile dengeleyen metanetli bir babanın dilinden olduğu gibi aktarıyorum:  

               “Hüseyincan itaatkar bir gençti. Anne babasına, camideki hocalarına ve okuldaki öğretmenlerine karşı saygılı ve itaatkardı. Küçüklerini kollar ve severdi. Arkadaşlarını etkileyen lider bir karaktere sahipti. Hiç yalan söylemez, küfürlü konuşmalardan uzak dururdu.

           Asla cahilî müzik dinlemez, sadece Kur’an-ı Kerim, ilâhi ve İslâmî marşlar dinlerdi.

           Giyim kuşamına dikkat eder, asla cıvık renkler ve dar elbiseler giymezdi.

           Hollanda’da üstün zekalıların gittiği (gymnasium) okuldaydı ve 8 dil öğreniyordu. Aynı zamanda İslâmî ilimlere devam edip kendi çabasıyla hafızlığa çalışıyordu. Zeki olduğu kadar da mütevaziydi, asla hava atmasını bilmezdi.

            Hiç bir zaman arkadaşlarının gıybetini yapmazdı. Evde de gıybete izin vermez tatlı bir şekilde müdahale ederdi.

            Vefatından bir yıl önce umreye gitmişti. Vefatına sebep olan kazanın akşamına kadar hep tekrar gitmek istediğini söylüyor bunda ısrar ediyordu.

            Günahlardan kendini çok muhafaza ediyor bunun için tedbirler alıyordu. Vefatından 3 hafta önce annesine şöyle demiş: “Beni 18 yaşında evlendirin ki günahlardan daha kolay korunabileyim.”

           Sene başında bana ısrarla Diyarbakır’a medreseye gitmek istediğini söylediğinde, önce okulunda örnek bir Müslüman genç olmasını telkin etmiştim.  

             Bu konuşmamızdan sonra Hüseyincan, okuldaki derslerine öyle sarıldı ki sınıfının birincisi olmuştu. Okul müdîresi Hollandalı kadın, ona, annesinden daha fazla bir hayranlıkla bakıyordu.

             Biz ailesi olarak ve Hocaları da ona büyük bir umut bağlamıştık ama Allah'ın hikmetinden sual olunmaz. O Hüseyin’i kendisine seçti. Zeynel Abidin Gülsever Seyda’mın deyimiyle: “Genç yaşta Kâbe ile tanıştın. Orda nasıl bir dua ettin de Rabbim seni huzuruna aldı.”

              Aynılaşma ile ayrışma arasında tutunmaya çalıştığımız kimliğimizi kesinlikle yitirmediğimizi haber veren ve uzakların istikbalinde İslam’ın gür sedasının ne kadar yaklaştığını müjdeleyen Hüseyncan’a rahmet olsun.

            Babasından, annesinden ve ona bu îmânî terbiyeyi verenlerden Allah razı olsun.