Başınıza gelen her musibet, mutlaka kendi ellerinizle yaptıklarınızın sonucudur.” (Şura 30)

Başörtüsü ve inanç özgürlüğüyle ilgili talepler, son yirmi yılın siyasetini şekillendiren temel faktörler arasındaydı. Toplum, kendini var eden değerlere açıktan yapılan saldırılar karşısında aslında dirilme belirtisi göstererek kaybettirilen bilincini yeniden kazanmaya başlamıştı.

Bu süreç farklı merhalelerle bugünlere kadar geldi. Şimdi ülke insanının yine kendi zeminiyle ilgili çok ciddi endişeleri var.

Kalabalıklar; soğuk devlet binaları ve yönetim merkezleri arkasında neler olup bittiğini, nelerin planlanıp konuşulduğunu çok bilmiyorlar. Ancak gerek medyadan gerekse bire bir çevrelerinde yaşananlara vakıflar.

Peki, nelere şahit oluyorlar.

Mesela gençlerin artık geç yaşlarda evlendiklerini ve evliliklerin günden güne azaldığını, evlenen kadınların artık iki üç taneden başka çocuk doğurmadıklarını, çocukların da eskisi kadar saygılı olmadıklarını, kıymet bilmediklerini ve ibadette zayıf olduklarını görüyorlar.

Okulların ve mevcut sistemde öğretmenlerin çoğunun çocuklara edep ve ahlak kazandırmakta yetersiz oldukları gibi bir de Kemalist yetiştirmek için çabaladıklarını görüyorlar.

Bağımlılıklar çeşitlenerek ve süratle yayılırken, devlet eliyle kumar oynatılması, tarikat ve cemaat karşıtlığına pirim verilmesi, tahrip edici TV yayınlarına serbestlik tanınması, sapkın şebekelerin varlığına/fonlanmasına müsaade edilmesi gibi çelişkili tutumları da görüyorlar.

Geçimsizliklerin, boşanmaların tavan yaptığını, süresiz nafaka, çocuk haczi, aldatma başta olmak üzere birçok sebeple eşler ve aileleri arasında karşılıklı şiddetin arttığını görüp dehşete kapılıyorlar. 18 yaşından küçük yaşta fuhuş yapanlara karışılmazken o yaşlarda evlenenlerin sert biçimde cezalandırıldığını görüyorlar.

‘Eşine şiddet uygulama ihtimalin var’ denilerek evinden uzaklaştırma cezası alan ve o halde bir yakınına sığınırken; konforlu köprüleri, havalimanlarını veya hızlı trenleri kullanan zavallı adamın hissiyatında adalet terazisinin bozulmak üzere olduğunu görüyorlar.

Tüm bunlar yetmezmiş gibi bir de yüz yıl önce ecnebiden olduğu gibi tercüme edilerek yasalaştırılan Medeni Kanunun lağvedilip yerine Müslümanların hukukunun getirilmesini hayal ederken tam aksine post modern gâvurlardan 1985 yılında CEDAW ve üzerine bir de 2014 yılında İstanbul(!) Sözleşmelerinin alındığını/kabul edildiğini görüyorlar.

İnanın şu anda ahali korkuyor beyler. Lütfedip makam koltuklarınızdan kalkıp halkın içine bir girin, hissiyatına dokunun, endişelerini dinleyin.

Ve mümkünse kaldırın şu Aile Bakanlığını filan başka ihsana gerek yok. Millet o hale geldi ki, aile ilgili her kanun ve kurumdan korkuyor.

Cinsi sapıklığın, nikahsızlığın, başıboşluğun, ailesizliğin, din ve örf tanımazlığın çocuklarına doğrudan ve dolaylı olarak dayatılacağından korkuyor.

Kendi eliyle kendi neslini, huzurunu, geleceğini, birikimini ve düşlerini yok ederek intihar eden batının iğrenç projeleriyle bu mübarek coğrafyanın da hedef alındığını biliyor, anlıyor, çaresizce feryad ediyor, sesinin duyulmadığını görünce yıkılıyor.

‘Reddediyoruz’ demek çok mu zor? Mesela en basitinden şöyle bir cümle kurmak: “Termik santrallerin filtresiyle ilgili nasıl ustaca geri adım attıysak; şu aileyi, kadını, erkeği, cinsiyeti ve nesli tehdit eden hususlarda, feminist yapılarla, CHP ve HDP ile birlikte hareket etmişiz, yanlış yapmışız, tehlikeyi gördük ve bu sözleşmeyi aile ve inançlarımıza uygun bulmuyoruz, reddediyoruz. Kadına şiddeti biz kendimiz de pekâlâ önlemek için düzenleme yapabiliriz.”

Peki, önümüzdeki seçimde bu kaygılar sandığa yansıdığında her şey daha mı iyi olacak? Hayır. Allah muhafaza, olacakları bırakın söylemeyi tasavvur etmek bile korkunç..

Ne demişti Akif Merhum:

“Kalkar yeniden hâk ile yeksân olan insan

Bir tövbe gerek komşu hukûkundan alırsan

Göstermesin Allah sıkılıp darda kalırsan

Allah’a güven, sa'ye sarıl, hikmete râm ol

Yol varsa budur, bilmiyorum başka çıkar yol.”