El-Ezrakî (ö. 250/864), Ahbar-ı Mekke isimli eserinde, Kabe-i Muazzama içerisinde, elinde fal oklarıyla Hz. İbrahim(as), annesi Meryem’le birlikte Hz. İsa(as) ve melek tasvirleri gibi birtakım resimlerin bulunduğunu Mekke’nin fethinde Resulullah(sav)’in bunları sildirttiğini anlatır.

Hatta sadece mescitlerde/camilerde değil, tüm öğeleriyle paganist cahiliyyenin silinmeye çalışıldığı dönemde, insan ve hayvan resimleri, evlerde bile istenmemiştir.

Helenistik geçmişinden kalan putperestliği tamamen terketmeyen muharref Hristiyanlığın veya her varlıktan kendine tabu ve totem devşiren diğer dinlerin aksine İslam; maddeyi ve sureti öne çıkarmaz. Bu nedenle ‘Allah’ın evi’ diye vasfettiği camilerinde/mescitlerinde asla herhangi bir resim veya heykele izin vermez.

Kaldı ki mesela sadeliğin adeta çarmıha gerildiği kilise/katedral vb diğer dinlerin mabedlerindeki görsellerin niteliğine ve oralarda nasıl dua edileceğine de elin siyasetçisi, bürokratı ve aydını değil sonuçta yine kendi dinî kurumları karar verir.

Camilerde hutbenin nasıl olacağına, içinde kimden nasıl bahsedileceğine kime nasıl dua edileceğine de karar verecek olan herhalde yazılı, görsel veya sosyal medya köşelerindeki soytarılar değildir. Hele de geçmişinde camileri depoya, ahıra çeviren satan, içlerine sıra masa koymayı deneyen ve ezanın aslını değiştirenler hiç değildir.

Küfür, inkar ve maneviyat düşmanlığı, cehennemden öyle bir ateştir ki, sürekli yakmak arzusundadır. Kırmakla, yıkmakla, tahrip ve tahrif etmekle hiç doymaz. Diplere doğru yuvarlanırken sanki önüne kattıklarını ezmekten sadist bir zevk alan çığ gibidir.

O yüzden bu tür kimseler için Caminin, Cuma’nın, Minberin, Hutbe’nin hürmeti, kudsiyeti, ontolojisi, kuralı hiç önemli değildir. Tıpkı yüz yıl evvel selefleri nezdinde Şeriatın, Hilafet’in, Tarikat’ın, Medrese’nin, Ulema’nın, Dil’in, Kültür’ün, Medeniyet’in, Ahlak’ın, Cemiyet’in hiç kıymetinin olmayışı gibi.

İdeolojik nefretleri ve faşist şehvetleri kabardığında farklı milletlerden mürekkep tüm memleketi harcamaktan bir an bile geri durmazlar.

Hassas mevzu deyip meseleyi geçiştirmeyi siz sağduyunun gereği sayarsınız. Ancak kin, intikam, sapkınlık, hak tanımazlık ve şovenizmden başka hiçbir numaraları olmayan çevreler, onların iştahlarına teslim olduğunuz an sizden kurban da isterler. 

Merhum İskilip’li Atıf Hoca’nın katlini savunacak kadar ileri bir gözü dönmüşlük acilen tedavi edilmelidir. Din düşmanlarına, aynı dinin vecibeleri içerisinde zorla övgüler dizdirmek bundan daha ağır bir patolojidir.

Ve meselenin esas tarafı olduğu halde kendisini susmak zorunda hisseden Diyanet’in düşürüldüğü yeni durum da ayrıca içler acısıdır.

Madem öyle, son zamanlarda kabuğunu zorlayan Diyanet, fabrika ayarlarına geri dönsün, daha fazla orman, trafik haftası işlesin. Temizliğin, hayvanlara merhametin, iyi komşuluğun faziletlerinden bahsetsin. 

Ve hutbenin sonuna da, ‘şunlar çok hassas, siparişleri havada kalmasın’ denilerek acayip dualar övgüler filan eklensin.

Peki, bu hikayenin sonunda Allah, kendi dinini, kendi evini tıpkı fil ordusuna karşı korursa ne olacak? 15 Temmuz’un yorumu içinde bu tespitler de yok muydu?

Unutulmamalı ki, tarih, Cuma hutbelerinde yıllarca Ehl-i Beyte lanet okumayı emreden Emevî sultanlarını değil, göreve gelir gelmez bu rezalete son veren Ömer b. Abdülaziz’i rahmetle anmaktadır.

Elhasıl içerde ve dışarda çok sancı var. Yalnız biliyor ve inanıyoruz ki, bunlar gelecek güzel günlerin doğum sancılarıdır.

“Ve dediler ki: Kendi ilahlarınızı bırakmayın; bırakmayın ne Vedd'i, ne Suva'ı, ne Yeğus'u, ne Ye'uk'u ve ne de Nesr'i.” (Nuh 23)