“Dünya mü’minin zindanı, kâfirin de cennetidir.” (Müslim, Zühd 1; Tirmizî, Zühd 6; İbni Mâce, Zühd 3)

Muhterem, cemiyet nezaketinin icabı olan resmî kalıpla değil aramızdaki eski hukuktan kalan ve sürekli öyle kullandığımız şekliyle ve biraz da  şairin şiirine nazire ile yani kısaca Mehmed'im! diye hitap edeceğim.

Malumun olduğu üzere Yusuf’un kıssasında sadece kuyu, kölelik ve zindan yoktur. Satırların sadrında; anneden hicran, babadan firkat, diyardan gurbet, kardeşlerden hased vardır.

Bu kadar mı? Hayır, Züleyha'nın zehirli okları ve Mısır kadınlarının tuzakları..

Ve memleketi kuraklıktan selamete çıkarmak gibi kritik bir vazifenin yüklediği ağır sorumluluklar.

Sonra takdir-i ilahi'nin karşısına çıkarıp: “al, işte bunlar bir zamanlar seni öldürmek isterken şimdi senin vesilenle ölümden kurtulan kardeşlerin, haydi bakalım ne yapacaksın?” der gibi en çetin soruyla imtihanı.

Ardından ise suallerin en zoru: “bütün öyküye bir anafikir, bir hikmet, sır ve mânâ ver. Bir yorum yap, bir  sonuca bağla.”

Cevap: “Ente veliyyî fi'ddünya ve'l âhireh. Teveffenî müslimen ve elhıknî bi'ssalihîn” (Sen, dünyada da ahirette de benim dostum/sahibimsin. Beni müslüman olarak öldür ve salihlerin arasına kat.)

Mehmed'im! “Sırlarımı neden ifşâ ettin, şu dilini niye tutmadın” diye yakama yapıştığın gün, ne diyeceğim biliyor musun? “Ya Rab! Bu kulun da, hastayken, beni/bizi secdelerde hüngür hüngür ağlatmasaydı.”

Neden Yusuf'la başladım ki diye şaşırdım. Acaba senin sınavının bir tarafında sabır, bir yanında ümit olduğu için miydi? Ya da kıssaların en güzelindeki tatlı sona sarılmışlığımız mı? derken herhalde sebebini buldum:

Yirmialtı yıl önce senin, hani “bunu çok seviyorum” deyip sık sık mırıldandığın bir parça vardı ya:   

“Karanlık gecelerde. Sonu gelmez hecelerde. Mecnun gibi çöllerde, Senden haber beklerim.. Yusuf misali kuyularda erimekteyim, yalnızım.. Hiç meylim yok dünyaya. Daldım ben bir hülyaya, tarifsiz bir sevdayla, Senden haber beklerim.. Yorgunum bitmez ahım, Arşa çıkar feryadım. Derdime tek ilacım, Senden haber beklerim.”

Ölüm meleğinin ellerinde eriyip yavaş yavaş rahmet kundağına sarılırken o beklediğin haber geldi, haydi git, alacağın olsun..

Hatırlarsın 1993 senesinin 21 Şubat'ı, bir Ramazan akşamıydı. Konya’da, Alaaddin tepesinin tıklım tıklım dolu salonunda Susa katliamını sahneliyorduk.

-Selam söyle onlara- hani sen Şehid Mekkî Fidancı’nın rolündeydin. Şehadet niyetine düşerken, adağın hangi böbreğine yazıldı bilmiyorum. Ama kendilerinden geçip tekbirlerle adeta salonu yıkan izleyiciler de şahit ki, senin ahdin bir oyun değildi.

Yedi yıl sonra yine bir Şubat akşamında ve bu defa hınca hınç zulüm dolu bir dehlizde kör bir damga ile “görülmüştür” mührü vurulan belki de yine  aynı böbreğindi.

  Alan memnun satan memnun olduğuna göre böbrek ne ki hey koca yürekli kurban..

  Yürüdün, koştun, yazdın, söyledin son dersin de ölüm üzerine değil aksine yaşamak üzerineydi.

  Yoksa ölüm, seni kaç defa terkisine almak istedi. Küçükken geçirdiğin çocuk felcinden bir bacağının incelmesiyle kurtulduğunu anlatmıştın.

  Yine hatırlarsın bir gece uyurken yerdeki elektrik ocağının çok garip halde yakmadığı battaniyeni.

            Hasılı hayatın kalitesinin, ölümün üzerine üzerine gitmeye bağlı olduğunu ispatlarken aynı zamanda gönlü bol bir kelâm üstadıydın:  “Yaşamak mı istiyorsunuz, gönlünüz geniş olsun, kavliniz,  haliniz ve ameliniz can-ı gönülden olsun, gönüllere girin, gönül bağları kurun, Allah için gönüllü olun, gönül alın, gönül kırmayın..”

Yüzlerce şehidini, çok genç yaşlarda uğurlamış bir mektebin, çalışkan ve kabiliyetli bir manevî fatihine 46 yaşında  veda etmesi de öyle kolay değil biliyorsun.

Ancak  Medine'nin manevî fatihi Musab b.Umeyr'i 40, Habeşistan'ın manevî fatihi Cafer b. Ebî Talib'i 40, Ahzab'ın manevî fatihi Sad b. Muaz'ı 40, Yemen'in manevî fatihi Muaz b. Cebel'i 37 yaşında iken ve nice İslam alimini, önderini yine genç yaşlarda dünya zindanından çıkarıp yanına alan ismi hangisi ise, Onunla tecellî edince Mevlâ, “el Bâkî hüve'l Bâkî” demekten başka ne gelir elden.

Bediüzzaman’ın 23. Mektub’daki çok iyi bildiğin şu tespitiyle veda edelim: “Aziz, gayretli, ciddî, hakikatli, hâlis, dirayetli kardeşim, bizim gibi hakikat ve âhiret kardeşlerin, ihtilâf-ı zaman ve mekân, sohbetlerine ve ünsiyetlerine bir mâni teşkil etmez. Biri şarkta, biri garpta, biri mazide, biri müstakbelde, biri dünyada, biri âhirette olsa da, beraber sayılabilirler ve sohbet edebilirler. Hususan birtek maksat için birtek vazifede bulunanlar, birbirinin aynı hükmündedirler.”

Selamullahi aleyk.. Rahmetullahi ve Berekâtullahi aleyk..