Bediüzzaman hazretleri; çalışmayıp boş oturanların huzursuzluğunu anlatırken, şu veciz darb-ı meseli söyler: “rahat zahmette, zahmet rahattadır.” (Lem’alar)

Ve bütün zorlukların, sıkıntıların ve rezilliklerin kaynağını “rahata meyletmek” şeklinde açıklar.(Münazarat Risalesi)

Üstadın bu tespitini, başta Tevbe Suresi olmak üzere, bir çok surenin tefsirlerinde de bulmak mümkündür.

Rahata meyletmek, tabi ki cehd ve cihaddan uzaklaşmak diye tarif edilir.

Niyetimiz, Kur’an-ı Kerim’de 41 yerde zikredilen cihadın tafsilâtına girmek değil, yalnız lügât manasını hatırlayalım.

Arapçada, ağır yük taşıyan canlının hedefine ulaşmak için gösterdiği çabaya cehd deniyor. Cihad da cehd kökünden geliyor. Erbabına malum olduğu üzere cihad, cehd fiilinin müfaâle kalıbındaki türevidir. Bu kalıp ise, işteşlik yani karşılıklı yapmayı anlatır. Dolayısıyla cihadın sözlük anlamı kısaca şöyledir: “karşı tarafın gücüne karşı güç kullanma, güç ile mukabele etme.” (Lisan-ül Arab)

Karşı taraf olmasaydı ne cehde ne de cihada ihtiyaç kalırdı. Üstelik, cehd ve cihad olmadan bırakın canlıları, cansızların bile varlığının devam etmesi imkansızdır. İster fizik, kimya, matematik, biyoloji gibi fenni ilimler, isterse din, felsefe ve sosyoloji olsun hepsinin en temel esprisi de budur. Kudret diyarı olan ahiret için tarla hükmünde yaratılan ve hikmet yurdu kılınan dünyadaki maddi manevi tüm başarılar, kazançlar, tekamül, huzur ve musalaha da sonuçta cehd ve cihada riâyetle mümkündür.

Bireyin beden, nefis, akıl, kalp, ruh, çevre gibi bütün boyutları için karşı tarafın kapsamı da değişmektedir. İnsan sadece midesini doyurmak için açlığın sebeplerine karşı veya sağlığını korumak için hastalığın etkenlerine karşı cehd etmez. Aynı zamanda, aklıyla, alaka kurmak için bilgisizliğe karşı, kalbiyle de, hissetmek için ilgisizliğe karşı cehd eder.

Cihadın ıstılahî/teknik kullanımının kuşatıcı karakteri nedeniyle sınırlarını zorlamak belki mefhumu gücendirecektir.

Ancak, şunu söylemekle yetinelim: “Şüphesiz ki, kafirler, size apaçık düşmandırlar” (Nisa 101) ve “Şüphesiz ki şeytan, size apaçık düşmanınızdır”(Fatır 6) mealindeki yol levhalarını dikkate almanın sorumluluğu da değişen zaman, zemin ve şartlara göre güncellendiğinde bu defa cihadın üçüncü tarafı devreye girer: “Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz.”(Ankebut 69)

Aidiyetlerin suiistimaliyle hapsedildikleri etnik, mezhebî, meşrebi, bölgesel, coğrafî ve tarihî tel örgülerin arkasında, birbirleriyle uğraştırılan Müslüman kitleler, ancak, geleceğin büyük resmindeki yerlerine bakabilecek bir büyük perspektife sahip olduklarında karşı tarafı net biçimde görebilecekler. Ve o vakit, düşmanının elindeki argüman, enstrüman ve aparatla kendi ellerindekini kıyaslayabilecekler. Ve şu anda sanki o devrin sahiline varmak üzereyiz.

Bunun için de Mevlâ, ''Onlara âyetlerimizi ufuklarda ve özbenliklerinin içinde göstereceğiz.”(Fussilet 53) meâlindeki tebşirâtıyla tecellî ediyor. Kendimizdeki zaaf noktalarını, ihmal, ihtilaf ve noksanları fark ettirerek gösteriyor. Karşı taraftakilerin maskelerini düşürerek âyetlerini gösteriyor. Arkalarındaki destek mekanizmasını deşifre ederek gösteriyor. 

Şimdi, cihadı telaffuz etmekten dahi ürkerek ve rahata meylederek “bana ne”ci bir keyfilikle, parçası bulunduğu âlem ile kendi ülkesinin ahvalini umursamayanların yarınlarda varlığının mümkün olamayacağı kesindir.

Cihadsızlık, hakkı ve sabrı tavsiye ederken önüne çıkarılan engelleri aşmak için bir endişe taşımayanların düştüğü hüsranın adıdır.

O halde imanın, cihadın ve fethin emanetleri omuzlarımızdayken “bize ne” diyeceğimiz hiçbir belde ve kardeşimiz yoktur, olamaz. Buna İstanbul da dahildir..