İstanbul`da altındaki toprağın kaydığı dört katlı apartmanın yıkılışını ibretle izledik. Yıkılma görüntüleri dışında, ihmal başlığı altında ne varsa, tabi ki hemen unutulup gidecek. Ancak görüntüler gerçekten ibretlik idi. Eminim,“evini yıkılmak üzere olan bir uçurumun kenarına yapan kimsenin halini” misal getiren Tevbe Suresindeki ayet-i kerimeden tutun, işgal rejiminin altını boşaltıp yıkmaya çalıştığı Mescid-i Aksa`ya kadar zihinlerde bir çok çağrışım belirmiştir.
Afetler, çoğu zaman söylenemeyen, anlatılsa dahi kulak ardı edilen kara ahvalin, bedeli ağır tercümanları olmuşlardır. Ucuz atlatılanlar için, ‘verilecek sadakaları varmış da Allah şunları bunları korumuş` der geçeriz ve açık sebepler, etkenler, failleri merak etmek dışında yakın uzak bağlantılarla ve alakalarla işimiz olmaz.
Çünkü ‘kendi taşıdığımız mesuliyetlerimizin ağırlığı bize yetiyor` düşüncesiyle, henüz mef`ulü olmadığımız sıkıntıların kritiğini de, mümkün mertebe başa gelmeyene kadar dert etmiyoruz.
Canlar kurtulduktan sonra, heyelanla çöken binaların kaybı kolay telafi edilebilir ancak altı oyulan aile kurumunun, adalet ve güven binasının, edep ve ahlak sarayının, maneviyatın, irfanın, uzlaşı kültürünün, ittifak ve vahdet ruhunun, hasılı şahsiyetimizle, ortak değerlerimizle “bizler” olarak üzerinde var olduğumuz zeminin çöküşü de öyle midir?
Depremlerden sonra belki daha sağlam yapılar inşa edilir oldu ama nedense sosyal sarsıntıların ardından güçlü bir nesil, güvenli bir toplum üretme konusunda tuhaf bir kararsızlık var.
Halbuki, hepimiz modern yaşamın, bencil haz, tutku ve tüketim hırsı, konforizm, ideal yoksunluğu, kendini değersiz ve yenilmiş görme sendromu, anlamsız özentiler, inanç zaafından kaynaklı kaygılar, madde ve teknoloji bağımlılıkları gibi nice komplikasyonu karşısında kurulacak kriz masasının aktif gönüllüleri olmalıydık. Yoksa, sakinleri tahliye edebilmiş olmamız, çöküşü izlerken bizi esir alan çaresizliğimiz için ancak anlık bir teselliden ibaret olur.
Bin yılı aşkındır, edebi, nezaketi, merhamet ve şefkati, fedakarlığı, kadirşinaslığı, i`sarı, hemhalliği, hasbiliği, âlihimmeti, sırdaşlığı, temizliği, kanaati, şecaati, sehaveti, aynı safta namazı, aynı sofrada iftarı ve daha nice kıymetiyle İslam`ı bu toprakların mayası ve hamuru yapan alimler, veliler, şehidler, gaziler, mücahidler, murakıblar, dervişler, mürşidler, davetçilerle onların fethettikleri beldeler, ihya ettikleri camiler, yetiştikleri ocaklar, tekkeler, zaviyeler, dergahlar, medreseler, meclisler ve hakeza etten, kemikten, kitaptan, taştan ne kadar heybetli şiar varsa Ulucamiler gibi, Süleymaniye gibi dik durmalı, altı oyulmamalı ki, zamanın fitneleri ile geleceğimiz yıkılmasın.
Bu ülkede bütün kollarıyla Nakşilik, Kadirilik, Rufailik, Halvetilik, Nurculuk ve irili ufaklı İslami gruplar, cemaatler, tarikatler ve hareketler; birtakım suistimaller gerekçe gösterilerek zayıflatıldığı zaman, geriye ortası iyice denetlenmiş, alabildiğine şeffaf gönülsüz bir sıfır kalacaktır.
Devletin bekası; rejimin halkın dini değerleriyle tamamen barışmasına, sivil İslami yapılarla samimi dayanışmaya, hizmet paylaşımına, onların mağduriyetlerinin giderilmesine ve bir takım yerli yabancı odakların onlara yönelik planlarının boşa çıkarılmasına bağlıdır.
O yüzden bu memleketin altını oymaya çalışanlara karşı âgâh olmak şarttır.