Din, insanlığın ve insan hayatının ayrılmaz bir parçasıdır. Bu insanın fıtri bir ihtiyacının sonucudur. İnsanlık tarihi boyunca dinsiz bir topluma rastlamak mümkün değildir; her topluluk doğru veya yanlış ama mutlaka hayatlarını din ile irtibatlandırmak zorunda kalmıştır. Örneğin Şanlıurfa’da ortaya çıkan ve insanlığın ilk dönemlerine ait Girê Miraza’nın (Göbeklitepe) bir ibadethane olması da bunun göstergesidir.
Din insanlık tarihi kadar eski olduğu gibi dinin istismar edilmesi de o kadar eskidir. Yüce Allah, insanın bu fıtrî ihtiyacını doğru gidermesi için tarih boyunca yüz binlerce peygamber göndermiş ve bu peygamberler, ilahi vahyin temsilcileri olarak dini istismar eden kötü niyetli insanlarla mücadele etmişlerdir. Hz. Peygamber’in mücadele ettiği Mekke müşriklerinin dinsiz bir topluluk değil; dini birçok ritüeli yerine getiren hatta Kâbe’nin kutsallığı nedeniyle Hac olayının ekonomik boyutunu göz önüne alarak Kâbe’ye ve hacılara hürmet gösterdiği herkesin malumudur.
Dini istismar eden bazen insanları sömüren zalim yöneticiler olduğu gibi bazen de haham ve rahipler örneğinde olduğu gibi bizzat dini bir kisveye bürünen insanlar da olmuştur. Hz. Zekeriya’yı dini kisveye bürünenlerin, oğlu Yahya’yı ise zalim yöneticilerin şehit etmesi bunun açık bir örneğidir.
Bunlar ile peygamberler arasındaki fark; peygamberler, dini hayatın her alanında uyulması gereken bir referans olarak görürken, istismarcılar dini kendi dünyevi çıkarları (kavmiyetçi/kabileci, siyasi, ulusal, ekonomik) için bir yardımcı unsur/araç olarak görürler. Peygamberler, Kur’an’ın da şahitliği ile dinin yaşanması uğruna her türlü işkence ve cefayı çekerken; istismarcılar din üzerinden dünyevi menfaat devşirirler.
Yani peygamberler dine dünyalarını feda ederken; istismarcılar, dünyalarına dini feda ederler. Bu fark her dönem insanları için bir mihenk taşıdır. Dinden bahseden veya dindar olduğunu iddia edenler, gerçekten din için bir bedel mi ödüyorlar yoksa din diyerek siyasi veya ekonomik bir rant mı elde ediyorlar. Bunu günümüzde de test edip görmek mümkün…
İslam Tarihinde İslam’ın kendi ilahî amaçları dışında dünyevi çıkarlar uğruna araçsallaştırılmasına ilk olarak Beni Ümeyye’nin kabilevî çıkarlarını iktidarla güçlendirmek isteyen Muaviye ile Hz. Ali arasında yaşanan savaşta şahit oluyoruz.
Daha sonra Abbasiler, Selçuklular ve daha sonra Osmanlı gibi devletler meşruiyetlerini İslam’dan aldıklarını iddia ettiler. Osmanlı sonrası kurulan Türkiye Cumhuriyeti ise tamamen laik-seküler bir şekilde kuruldu. 1980 yılına kadar laik-seküler yapıyla ne kalkınmanın ne de İslam Dünyasıyla bağ kurmanın mümkün olmadığını gören devlet, 80 darbesiyle birlikte, motivasyonunu dinden ve dinin beslediği ahlakî değerlerden alan yeni bir projenin ikame edilmesi gerektiğine karar verdi. Ve bu projede dine, tarihte çoğu kez olduğu gibi yine referans alınan değil, devletin iç ve dış politikalarını destekleyen yardımcı bir unsur rolü verildi. Özal ile başlayan bu süreç ara ara kesintiye uğrasa da 2000 sonrası daha da hızlandı.
Ve bugünlerde yetkili bazı isimlerin kullandıkları dini söylemler, sınır dışı askeri operasyonlar için camilerden Fetih surelerinin okutulması, devletin iç ve dış politikalarına dinde meşruiyet bulma ve fetva arama çabalarının yine bu projenin bir devamı olduğunu unutmamak gerekir.
Muhafazakâr-demokrat şahıs ve partilerin İslamiyet’i sırf dünyevi ve siyasi amaçları uğruna uluorta tartışmaya açmasının dine ne kadar büyük bir zarar verdiği, insanları dinden uzaklaştırdığı ortadadır. Eğer gerçekten samimiyseniz buyurun dinin tümüne teslim olun. Dini hesabınıza geldiği yerlerde değil hayatınızın her yerinde hâkim kılın.
Bir de din ile ilgili en ufak bir şeyi gördüğünde kırmızı görmüş boğalar gibi saldırıya geçen tipik laik-sol-seküler tipler var ki; bunların İslam gibi Avrupa’yı Ortaçağ karanlığından/zulmünden kurtaran bir dini, ‘Ortaçağ’ diye niteleme gafletinde bulunması tam bir aymazlıktır.
Dini siyasi iktidarlarına alet edenlere de dine saldıran laik yobazlara da son söz olarak şunu söylüyoruz:
Yeter artık! Çekin elinizi dinimizden!