Ülkemizde Modern Ulus Devlet’in yarattığı bölünme travması, o kadar derinlere sirayet etmiş ki birçok gelişmeye rağmen bu travma hâlâ atlatılmış değil. Kendi kavmini, dilini ve yaşadığı coğrafyasının adını söyleyen her insanın, onlar gibi ulusalcı bir düşünceyle bunu söylediğini zannediyorlar.

En küçük bir hakikat söylemini dahi bölünmeye sebep görecek kadar şizofrenik olmuş bu akıl, en son Siirt’te hortladı. Şiddete teşvik ve hakaret içermeyen sözlerinden dolayı bir vatandaşın gözaltına alınması, Türkiye’deki tekçi ve inkârcı anlayışın yanında düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda da birçok sorunun olduğunu gösteriyor.

Yıllardır Kürt kavminin varlığını dahi kabul etmeyi bir tehlike gören bu anlayış, sonunda Kürtlerin varlığını kabul etse de şimdi Kürtlerin yaşadığı coğrafyanın adı olan Kürdistan ismini tehlike olarak görüyor. Oysa ne Kürtlerin ne de Kürdistan’ın varlığı bölünmeye sebeptir; asıl bölünmeye sebep olan, bu toprakların aslî unsuru olan farklı kimlik ve dilleri ulus devlet adına inkâr etme anlayışıdır.

Bugün Kürt kavminin yaşadığı coğrafyanın adı olan Kürdistan ismi, her ne kadar resmi ideoloji tarafından yok sayılsa da, tarihi birçok belge bunun aksini ispat ediyor.

‘Kürdistan’ ismi coğrafi bir terim olarak ilk kez, XII. yüzyılda Selçuklular döneminde son Büyük Selçuklu Sultanı Sencer bey tarafından kullanılmıştır. Sencer Bey, İran’ın Hemedan kentine yakın bir kent için ‘Kürdistan Eyaleti’ ismini kullanmıştı. Fakat birçok Kürt tarihçi ve yazar, Kürdistan isminin çok eski yıllarda Kürt halkının yaşadığı bölge için kullanıldığını belirtmiştir.

Yavuz Sultan Selim döneminde İdris-i Bitlisî ile yapılan anlaşma gereği Kürt beylerine yeni bir statünün verildiği bu dönemin belgelerinde coğrafî terim olarak Kürdistan ismi kullanılıyordu.

Kürdistan adı, yine coğrafi terim olarak, Kanuni Sultan Süleyman’ın 1525 ve 1553 tarihli fermanlarında da kullanılıyordu.

Osmanlı padişahı I. Ahmet, 1604 tarihli fermanında ‘Umum Kürdistan’ terimini kullanmıştı. 17. yüzyıl yazarı Evliya Çelebi ünlü seyahatnamesinde Kürdistan bölgesini ve şehirlerini anlatır:

“...Büyük ülkedir. Bir ucu Erzurum, Van diyarlarından Hakkâri, Cizre, İmadiye, Musul, Şehrizor, Harir, Erdelan, Derne, Derteng’i de içererek Basra Körfezi’ne kadar yetmiş konak mesafe sayılır. Arap Irak’ı ile Osmanlı arasında bu yüksek dağlar içinde altı bin adet Kürt aşiret ve kabilesi güçlü bir sed olmasaydı Acem kavmi için Anadolu'yu istila etmek çok kolay olurdu. (…) Ama bu Kürdistan’ın eni, boyu gibi geniş değildir…”

Osmanlı padişahlarından Sultan Abdülmecid döneminde, meydana gelen 1847’deki Bedirhan Bey İsyanı’nın bastırılmasından sonra Osmanlı'da Kürdistan ismi hem resmi bir kimliğe kavuştu hem de padişah tarafından bastırılan madalyonun üzerine yazıldı. İsyanın bastırılmasından sonra resmen ‘Kürdistan Eyaleti' kuruldu.

Milli Mücadele’nin yeni başladığı dönemde M. Kemal de bu ismi kullanıyordu. Kürt aşiret reislerine çektiği telgraf, yazdığı mektuplarda, meclis konuşmalarında ‘Kürdistan’ ismini kullandığı gibi Birinci Meclis’in, Kürt bölgelerinden gelen üyelerine ‘Kürdistan mebusu’ deniyordu. Ancak 1923’te Lozan Barış Antlaşması’nın imzalanmasından itibaren bu bölgeye Vilayat-î Şarkîya (Şark vilayetleri) denilmeye başlandı. Bu tarihten sonra M. Kemal bir daha Kürdistan gibi terimleri ağzına almadı.

Kürt halkının yaşadığı ve Kürdistan olarak bilinen bölge Türkiye, Irak, İran ve Suriye ulus devletleri arasında dört parçaya bölüştürüldü.

1941 yılında Türkiye'deki bölgelerin isimleri yeni bir şekil aldı. 1941’de toplanan Türkiye Coğrafya Kongresi’nde Hamid Sadi Selen’in önerisi ile Türkiye yedi coğrafi bölgeye bölündü. Kürdistan için kullanılan Şarki Anadolu ismi, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’ya dönüştü.

Tekçi ve inkârcı politikaların tüm dünyada ve coğrafyamızda bıraktığı kaos ortada iken;   ülkeyi korumak adına birilerinin ulusalcı saiklerle inkâr politikalarında ısrar etmesi hiç kimsenin hayrına olmayacaktır.

Unutulmasın ki birlikte barış içinde yaşamanın yolu, birbirimizi inkâr etmekten değil, olduğu gibi kabul etmekten geçer.