İslam Coğrafyası her zaman olduğu gibi yine çok kritik bir süreçten geçiyor. Afganistan’ın durumunun belirsizliği, Tunus’ta yaşanan siyasi darbe, giderek artan göç sorunu, Türkiye’de mültecilere yönelik gösterilen ırkçı yaklaşımlar ve ardından birkaç gün önce Konya’da yaşanan katliamla gerilen kırılgan yapı…

İslam Coğrafyası yüzyıllardır Batı tarafından kurulan bir dünyada yaşamanın sancılarını çekmeye devam ediyor. Bir derenin yatağını araması gibi asli mecrasına dönmeye çalışıyor. Her ne kadar bu sancılar yeni bir doğuşun habercisi olsa da bir açıdan, daha aşmamız gereken birçok engelimizin olduğunu gösteriyor.

Birincisi ulus devletin bize dayattığı toplumu tekleştirmeye dayalı totaliter ve ötekileştirici ahlâkı bir türlü bırakıp birlikte yaşayabilme kültürünü kazanamadık. Yüzyıllardır farklı etnik ve kimlikleri inkâra dayalı yürütülen ve bugün oportünizme kurban edilen politikalar sonucu, toplumlarda en ufak bir olayda bile sosyal depremlere yol açacak ciddi anlamda kırılgan fay hatları oluşmuş.

Bir de siyasetçilerin siyasi ikbal kaygısı sonucu kullandığı sert ve ötekileştirici üslup toplumda giderek bu çatışma potansiyelini daha da arttırıyor.

Nitekim yazar Atasoy Müftüoğlu’nun da dikkat çektiği gibi bu durum, maalesef barış yerine çatışma üretecektir:

“Bir toplumun, iktidar ihtirasları adına, “biz” ve “onlar” söylemine kapatılması, ilgili toplumlarda hiçbir zaman bir barış ikliminin teneffüs edilemeyeceği anlamına gelir.”

Yıllarca yaşanan kutuplaştırma ve krizlerden bıkan halk son dönemlerde siyaset kurumuna büyük umutlar bağladı. Ama kendini ideolojik bir temel üzerine oturtan ve yaşanan toplumsal ayrışmadan beslenen siyaset, bir türlü sorunları çözmek istemediği gibi bizzat sorun üretiyor.

Nihayet siyasetin bu çıkmazı konusunda Zahide Tuba Kor’un Tunus özelinde söylediği bu sözler ne kadar da doğru:

“Ortadoğu’da siyaset, sorunları çözücü bir mekanizma olmaktan çoktan çıktı, tam aksine sorunların bizzat kaynağına dönüştü. Bu durum sadece Tunus’a has da değil; Lübnan’dan Irak’a, Cezayir’den Filistin’e, hatta israil’e kadar her yerde bu şekilde.”

İkincisi İslam Coğrafyasındaki ülkelerin, ulus devlet felsefesini koruyarak bölgesel güç olma yarışına girmeleridir. Bağrında ciddi bölgesel çatışma riski barındıran ve ulus devletlere rahat yüzü göstermeyen bu politikaların, bölgesel anlamda da kaostan başka bir şey getirmeyeceği bilinmelidir.

Bölgemizdeki tüm savaşların baş müsebbibi NATO’nun çıkardığı savaşlar sonucu, yüz binlerce insanın mülteci duruma düştüğü ortadadır. Türkiye’nin Afgan halkının iç sorunlarını diyalog yoluyla çözmesine katkı sunması gerekirken ulusal çıkara dayalı saiklerle NATO bünyesinde Afganistan’da kalmak istemesi tam bir garabet. Bu hakikat ortadayken bazı siyasetçilerin, bu kontrolsüz göçlere ‘demografinin bozulma tehlikesini’ gerekçe göstererek karşı çıkması manidardır. Bu siyasetçiler bugün yaşanan göçlerin birçoğunun temelinde, bu yanlış politikaların olduğunu unutmamalıdır.

Kısaca, İslam Coğrafyası eğer kaostan kurtulmak istiyorsa ulus devlet felsefesini aşarak; öncelikle kendi içindeki ideolojik, etnik ve mezhebî ayrışmaları bir kenara bırakarak diyalog yoluyla iç barışını tesis etmelidir. Siyaset kurumu ise bunu başarmanın en etkili silahıdır.

Diğer İslam ülkelerine yönelik ise ulusal çıkar yerine, adalet ve barış temelli politikalar geliştirilmelidir. Küreselleşen dünyada çıkan en küçük bir savaş herkesi etkilemektedir.

Bu iki adım acilen hayata geçirilmediği sürece bu topraklarda yaşamak zorunda olan hepimiz bu acıları yaşamaya devam edeceğiz.

Konya’da menfur saldırıda hayatını kaybedenlere rahmet, acılı ailelerine sabır diliyorum.