Ümmet olarak çok büyük musibetlerle karşı karşıya bulunmaktayız. Adeta belalar denizinin tam ortasında küreği kırık, yelkensiz, pusulasız, korkunç fırtınaların oraya buraya savurduğu bir teknenin içindeymişiz gibi korkunun, yalnızlığın, bilinmezliğin, çaresizliğin, ümitsizliğin girdabında bir kurtuluş eli arıyoruz.

Bir zamanlar dünyaya hükmeden, devletler kuran, kurduğu medeniyetle tüm diğer medeniyetleri etkisi altına alan, insanlığa insaniyeti, merhameti, hoşgörüyü öğreten, insanları kula kulluktan kurtarıp Allah’ın kulluğu altına almak için kıtalar fetheden Müslümanlar, neredeyse son iki asırdır hiçbir varlık gösterememiş, varlıkları nesne olmaktan öteye geçememiştir.

Batı hegemonyası karşısında git gide gerileyen Müslümanlar, iki yüz yıldan fazla bir süredir her türlü saldırıyla yüz yüze kalmış, saldırılar karşısında duracak gücü ve iradeyi kendilerinde bulamamışlardır. İslam’ın ve Müslümanların son hamisi durumunda olan Osmanlı İmparatorluğunun yıkılışı ve yerine kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin de yüzünü Batıya dönerek hilafet makamını lağvetmesiyle ümmet sahipsiz kalmıştır. Müslümanları koruyacak ve birleştirecek sembol bir gücün olmayışı nedeniyle de İslam coğrafyası işgallerle tarumar edilmiş, Müslümanlar esaret zincirleriyle boyunduruk altına alınmış, Müslümanlara ait yeraltı ve yerüstü kaynakları sömürülmüş, kutsallarımız çiğnenmiş, harem-i ismetimiz kirletilmiş durumdadır.

Batı emperyalizminin “Böl, parçala, yut” şeytanlığıyla kurulan ulus devletçiklerin başına getirilen kukla ve uşak yöneticiler; kendi halklarına düşman, düşmanlarına ise dost bir yönetim sergileyerek Müslümanların inançlarına, ahlakına, yaşam biçimine, tesettürüne savaş açıp demir yumrukla sindirdiler. İsimleri bizim gibi, ancak yaşantıları bir batılının yaşantısından daha sefih bir vaziyette olan yöneticiler, koltuklarında oturabilmek için halklarını susturup pasifize etmeyi görev bildiler. Böylece her devletçiğin idaresini elinde bulunduran kukla yöneticiler, halklarını izzet, şeref, onur ve haysiyetten arındırmayı, işgalci emperyalistlere karşı mukavemet göstermekten yoksun bırakmayı, zilleti izzet gibi göstermeyi, köleliği ve esareti özgürlük gibi algılatmayı başardılar. İslam ümmetinin içinde bulunduğu hissizliğin, köle ruhlu oluşun, tepkisizliğin ve özetle yaşayan ölüler haline gelmiş olmanın altında yatan birinci ve en önemli sebep budur. Ümmete bakan ikinci sebep de yaşam dini olan İslam’ı bir hayat nizamı olmaktan çıkarıp sadece bir ibadet dini seviyesine indirmemizdir. Dine yaptığımız bu ihanetin ardından belalar yağmur gibi yağmaya başladı üzerimize…

80 yıldır Filistin’de, ama son zamanlarda özellikle Gazze’de yaşanan işgaller, soykırıma varan katliamlar, yıkımlar, ambargolar, Mescid-i Aksa’nın hürmetinin çiğnenmesi ve daha sayılamayacak kadar mel’anete karşı cılız bir ses dışında anlamlı bir tepki verilmemesinin sebebini baskıcı idareciler ve sindirilmiş halklarda aramak gerekmektedir. Müslümanların dinlerine yeteri kadar bağlılık göstermemeleri, batıyı körü körüne taklit etmeleri, cihad ruhunu öldürmeleri, kardeşlik bağlarını koparmaları gibi daha birçok amil, ümmet genelinde iman, amel ve ahlak boyutunda bir dönüşüm yaşanmasına neden oldu. Beğenmediğimiz yöneticilerin iktidarda oluşunun sebebi de budur. Biz nasıl isek öyle yönetiliyoruz. Nasıl yönetiliyorsak, öyle muamele görüyoruz. Ümmet olarak yaşadığımız sıkıntıların bundan başka izahı yoktur. Zira Yüce Allah şöyle buyurmuştur:

“… Çünkü Allah, bir topluluğa lütfettiği nimetini, onlar kendilerini değiştirmedikçe değiştirmez ve Allah her şeyi işitip bilmektedir.” (Enfal Suresi: 53)

Rabbimiz başka bir ayetinde ise şöyle buyurmaktadır:

“…Bir toplum kendisindekini değiştirmedikçe Allah onlarda bulunanı değiştirmez. …” (Ra’d Suresi: 11)

Şurası bir gerçektir ki aynı sebepler, aynı sonuçları doğurmaktadır. Ümmetin ilk zamanlardaki İslam’a bağlılığı nasıl dünya hâkimiyetini doğurduysa, İslam’a karşı lakaytlığı da bugünkü zillet ve meskeneti ortaya çıkarmıştır. O halde çözüm ortadadır, ümmet olarak özümüze, aslımıza, bizi biz yapan değerlerimize geri dönmek…