Geçtiğimiz hafta BMGK’da konuşan terörist israilin sözde başbakanı Netanyahu, tüm dünyanın gözünün içine bakarak yalan söylemeye devam etti. 7 Ekim’den bu yana katlettiği kadın ve çocuklara, altını üstüne getirdiği Gazze topraklarına, iki milyona yakın insanı oradan oraya sürüklemesine, bebeklerin açlıktan ve ilaçsızlıktan ölmelerine, bütün bir Gazze halkına soykırım uygulamasına aldırmadan ve bunların sorumlusu kendisi değilmiş gibi daha önce kendi kuruluşları tarafından dahi yalanlanmış olan HAMAS’ın bebekleri yaktığına dair yalanı tekrarladı. Bununla da kalmadı tüm dünyayı tehdit ederek 11 Eylül saldırılarından sonra oğul Bush’un “Ya bizdensiniz ya da onlardan” söylemine benzer bir söylemle dünyayı israilin yanında yer almaya çağırdı. Hizbullah’ı yok edinceye kadar Lübnan’a saldırmaya devam edeceklerini söyleyerek Suriye, Irak ve İran’ı, Allah’ın laneti ülkeler olarak adlandırdı.
Gasp edilmiş Filistin toprakları üzerinde bir işgal devleti kuran, sonra da her geçen gün işgal ettiği toprakları genişleterek Filistinlileri kendi topraklarında mülteci konumuna düşüren işgalci israilin sözde başbakanı, nasıl oluyor da kendisine koşulsuz destek veren birkaç devlet haricinde tüm dünyanın vicdanında suçlu olmasına rağmen böylesine pervasız, böylesine tehditkâr, böylesine rahat, böylesine yüksek perdeden konuşma cesareti bulabiliyor? İnsanları katledilen, soykırıma uğrayan, şehirleri yerle bir edilen, her gün kadın ve çocukları öldürülen sanki kendi halkıymış gibi halkını koruyup savunacağından, düşmanlarını yok edeceğinden dem vurabiliyor ve diğer ülkeleri tehdit edebiliyor? İşgal edilen Filistin toprakları üzerinde en fazla sekiz milyonluk bir nüfusa sahip olan terörist bir organizasyonun sözde başbakanı neyine güvenerek tüm dünyayı, ama özelde İslam dünyasını tehdit etme cüretini gösterebiliyor, bu gücü nereden buluyor?
Katil ve soykırımcı Netanyahu’nun belli başlı üç nedenden dolayı bu cesareti kendisinde bulduğunu söylemek mümkündür. Birincisi ve en önemlisi, İslam ülkelerinin başındaki yöneticilerin teslimiyetçi, işbirlikçi, köle ruhlu, koltuğa esir, korkak tavırlarıdır. Onların bu tavırları, başta katil Netanyahu olmak üzere İslam’a ve Müslümanlara düşmanlık eden herkese cesaret vermektedir. Katil Netanyahu bunu bildiği ve belki birçoğunun ipini elinde tuttuğu için sesi gür çıkmakta ve böylece onları biraz daha sindirerek saldırmak istediği İslam beldelerini yalnızlaştırmaya çalışmaktadır.
İkinci neden, Katil Netanyahu’nun siyonizme ve muharref Tevrat’a olan samimi bağlılığı yani dindarlığıdır. İslam ülkelerinin başında bulunan satılık uşakların kendi dinlerine düşmanlık yapmalarının aksine katil Netanyahu, kendi dinine sıkı sıkıya bağlıdır ve moral motivasyonunu tahrif edilmiş Tevrat’tan almaktadır. Bu, ona bir özgüven vermekte, vaat edildiğine inandığı toprakları alacağına dair ilahi yardıma mazhar olduğuna inanmaktadır.
Üçüncü neden ise bu saatten sonra durmanın yok olmayla eşdeğer olduğuna dair yaşadığı korkudur. Bu korku, onu daha fazla saldırgan olmaya teşvik etmekte, ona cesaret vermektedir. 7 Ekim’den bu yana önüne koyduğu hedeflerin hiçbirisini gerçekleştiremeyen, askeri mühimmat ve personel olarak telafi edilemeyecek kadar büyük kayıplar veren, üstelik demir kubbesi kevgire dönen işgalci israil, saldırılarını durdurduğu ve saldırganlığına son verdiği takdirde yıkılmanın dayanılmaz trajedisini iliklerine kadar hissedecektir. Çünkü terörist israilin, şu ana kadar varlığını borçlu olduğu algı, insanların zihinlerine pompaladığı yenilmezlik algısıydı. Bu algı, 7 Ekim’den sonra HAMAS ve diğer direniş grupları tarafından yerle bir edildi. Terörist israil, bu algının yeniden tesisi için saldırmak ve ayakta olduğunu göstermek zorunda olduğunu biliyor. Varlık ile yokluk, ölüm ile yaşam savaşı verdiği için de katil Netanyahu yüksek perdeden konuşup saldırılarına devam edeceğini cesurca söylüyor.