Aksa Tufanının ardından terör şebekesi israilin Gazze’ye yönelik saldırıları, yıkımı, katliamları ve soykırımı dur durak bilmeden devam etmektedir. Bütün bunlar olurken, İslam dünyası kahredici bir sessizlik içinde olanları görmezden gelen bir tavır sergilemektedir. İşin kötü tarafı sadece sessizlikle geçiştirilse, sadece görmezden gelinse, sadece tarafsız kalınsa yine iyi… Birçok İslam ülkesi, taraf olarak israili seçmekte, halklarının israili eleştirmesine bile izin vermemekte, israilin güvenliğini kendi sorumluluklarında görmektedirler. Suudi Arabistan’ın, israile yönelik eleştiri yapan sosyal medya kullanıcılarını tutuklama kararı vermesi, Mahmud Abbas’ın Dünya Ekonomik Forumunda Netanyahu’nun ağzından konuşarak “israilin güvenliğini sağlama hakkı vardır ve bu bizim görevimizdir” demesi, İran’ın israile yönelik attığı füze ve dronların birçoğunun Ürdün hava sahasında imha edilmesi vs. İslam ülkeleri ve liderlerinin hal-i pür melalini ortaya koymaktadır.
Türkiye’yi temsilen konuşan yetkililer, her beyanlarında Gazze’yi kırmızı çizgi olarak ilan ettiklerini ve israili terörist devlet olarak gördüklerini ifade etmektedirler. Ancak bu beyan ve söylemlere rağmen Türkiye, İsrail ile yaptığı anlaşmaları iptal etmeyerek, ticareti devam ettirerek, askeri ve diplomatik ilişkilerini sürdürerek istemeden de olsa şimdiye kadar israilin ayakta durmasına yardım etti.
Türkiye’nin bu tutumu, halk nezdinde protesto edilmekte ve yöneticilere yönelik ağır eleştirilere neden olmaktaydı. Özellikle yerel yönetim seçimlerinin ardından iktidar partisinin oy kaybına uğramasının altında yatan en büyük sebep de Türkiye’nin söylem ve eylem farklılığının halk tabanında kabul görmemesiydi. Filistinli mazlum Müslümanların Türkiye’den ve özellikle Erdoğan’dan beklentileri, yaptıklarının çok ötesindeydi. Türkiye’nin israile yönelik ekonomik ve askeri gücünü kullanmaması, işi sadece diplomasiye indirgemesi hem Gazzeli Müslümanlarda hem de Türkiye halklarında sükût-u hayale neden oldu. Bu hayal kırıklığının en büyük yansıması, AK Parti seçmeninin sandığa gitmemesi, gidenlerin bir kısmının da AK Parti dışındaki partilere oy vererek AK Parti’nin seçimleri kaybetmesiyle görüldü.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, partisine oy kaybettiren bu sebebi çözmüş olmalı ki önceleri inkâr ettikleri ticareti, kısıtlama yoluna gitti. Türkiye, 9 Nisan’da 54 ürünün ihracatına kısıtlama getirerek somut bir adım attı. Bundan daha önemli bir adım ise 1 Mayıs’ta atıldı. Dışişleri Bakanı, Türkiye’nin, Güney Afrika Cumhuriyeti’nin israile yönelik Uluslararası Adalet Divanına açtığı davada müdahil olacağını beyan etti. Bundan bir gün sonra yani 2 Mayıs 2024’te alınan bir kararla da israil ile bütün ticaretin durdurulduğu ilan edildi. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, 3 Mayıs’ta MÜSİAD üyeleri ile yaptığı toplantıda ticaretin kesilmesine yönelik; “Bu bazı sıkıntılara neden olabilir, diyorlar… Ben de diyorum ki biz bütün sıkıntıları giderecek tek gücün Allah olduğuna inanıyoruz. Ve biz doğru olanı yaptığımızın şu anda farkındayız. Biz bugün bu insanların yanında yer almazsak, yarın benzer şeyler bizim başımıza geldiği zaman, bizim yanımızda kim yer alacak?” şeklinde açıklamalarda bulunması, meseleyi tam olarak anladığını göstermektedir.
Tüm bu gelişmeler elbette sevindirici olmakla birlikte Türkiye’nin tarihi sorumluluğu bundan çok daha ötesini gerektirmektedir. Ancak şimdiye kadar yapılması gerekip de yapılmayanlara bakılınca, Türkiye’nin aşama kaydettiğini söylemek ve “yetmez, ama evet” demek lazımdır. Bu çabaları desteklemek, hükümeti ve Erdoğan’ı cesaretlendirmek, onları daha fazlasını yapmaya zorlamak gerekiyor. Bu konuda halklar da yerinde oturmamalı, milyonları bulan büyük kalabalıklarla meydanları doldurmalı, yüz binleri aşan kortejlerle yürüyüşler gerçekleştirmeli, en önemlisi de boykota çok sıkı bir şekilde devam etmelidir. İnsanlık uyanıyor, israilin sonu geliyor. Ha gayret, az kaldı inşaallah.