Hacı Ana derdik ona…

Kayınvalidem… depremin ilk dakikalarında sahurunu yemiş, gece namazını kılmış bir şekilde Rahman’a yürüdü.

Kaç yıl Pazartesi ve Perşembe oruçlarını tuttu bilemem! Neredeyse her zaman…

Seccadesi daima seriliydi. Kanaatkâr ve mütebessimdi.

Kızının deyimi ile “kimse olmadığında uzun uzun namaz kılardı.”

İnsanın namaz kılmak gibi bir hobisi olabilir mi? Onun öyleydi. Namazdan zevk alırsa insan…

Kocası yani kayınbabam vefat etmeden önce bir dağ gibi dururdu.

Hani Yeşilçam filmlerinde hanım ağa rollerinde oynayan orta yaşlı kadınlar olur ya…

Öyle ciddi, vakur ve sessiz!

Sululuğa hiç tahammülü yoktu. Kızlarından da eniştelerinden de hep ciddiyet beklerdi.

Kayınbaba vefat ettikten sonra ise yüreğinin bir tarafı göçmüştü sanki… biraz kırık biraz solgun, biraz hasret yüklü ve dertli… Göz çukurlarında akmaya hazır bir nehir var gibiydi ama geçmişindeki o vakur hal gözyaşlarını koyvermesine izin vermiyordu

Eskilerin evlilik hayatı bir başka oluyormuş! Tam bir eş durumu! Vücudunun yarısını kaybetmiş gibi mahzun bakardı Hacı Ana…

Bir kadın kocasını kaybedince bu kadar mı değişir! Bu kadar mı yüz hatları, konuşması, sesi soluğu değişir. Belki yakınındakiler fark etmedi ama bizim gibi yılda bir defa memlekete gidenler bu değişimi hemen fark edebiliyorduk.

Acaba şimdi en ufak bir meselede “boşanalım” diyen kadınlar ve erkekler için buradan bir ders alma çıkarılabilir mi?

Neyse…

Telefonla aradığımızda Hacı Ana’nın tek nasihati Müslümanlıktı. Dininizi yaşayın diyordu. Dünya bugün var yarın yok diyordu.

Kızına dünya malı için sakın kocanı üzme diyordu! Eşim ile diyelim bir meselemiz oldu onu annesi ile tehdit ederdim. Bak ararım Hacı Ana’yı derdim. Susardı.

Vefat haberini aldığımda eşim hüngür hüngür ağlarken ağzımdan çıkan ilk kelime  “dayanağım gitti” olmuştu.

Dayanak hem de ne dayanak!

Hiç unutmam! İyi kötü bir ev inşaatındaydım. Elimiz çok sıkışık. Hacı Ana köşede kıyıda biriktirdiği ne varsa gizlice kızının eline tutuşturup göndermiş. Hatırı sayılır bir para…

Sonrasında biraz toparladığımda Hacı Ana senin borçlarını da versek dediğime pişman etmişti.

O borç vermezdi. Verdiğini bir daha almazdı.

Dedim ya kocası vefat ettikten sonra çok içli bir insan oldu.

Çocuklarının anlatımına göre son demlerinde durup durup “Allah’ım bana şehadeti nasip et diye dua edermiş” de yanındakiler “evinde oturmuşsun Allah’tan şehadet istiyorsun” derlermiş.

O yine de şehadet duasından vazgeçmezmiş!

Vefatına yakın kızlarına vasiyet eder gibi konuşmuş!

Kendisini en çok incitenlere de yüreğinin üstünde tepinenlere de bizim gibi akrabalık bağını tam olarak koruyamayanlara da hakkını yemişlere de hukukunu çiğnemişlere de… Kısacası herkese hakkını helal etmiş!

Ben demiş “kıyamet gününde insanoğlu ile uğraşamam, hesabım çabuk görülsün ki Rabbime varayım!”

Ne soylu bir cümle!

Kindarlığın, nefretin, basit hesapçılığın bu kadar yaygın olduğu bir zamanda “benim kıyamet gününde bile size ve düşmanlığınıza ayıracak zamanım yok” deme yüceliği!

Evlerine bitişik minareye bakar, bir gün bu başıma düşecek derdi. Nitekim tam da öyle oldu. Minare evlerine çöktü. Kendini kızının çocuklarına siper edip enkaz altında kalarak can verdi.

Vefat ederken torunları onun cesedinin altından sağ salim çıkarıldı. Ev çökerken kendini çocukların üzerine atmış!

Rabbim Hacı Ana’yı aralarına katılmayı o çokça istediği şehitler zümresinden saysın!

Biz kendisi hakkında iyilik ve güzellikten başka bir şey bilmiyoruz. Kendisinden razıydık Allah da ondan razı olsun.