Eşref-i mahlukat olan insan sadece bedenden ibaret değildir. Kâinatın küçük bir örneği olan insan belki kâinatta var olan tüm sistemlerden daha karmaşık, geniş ve anlaşılması zor bir yapıya sahiptir. İnsanın biyolojik yapısı bile hayrette bırakacak kadar karmaşık ve genişken daha geniş ve karmaşık olan manevi boyutunu anlamak daha zordur. Yüce Allah'ın ruhundan üfleyerek can verdiği insan yokluğa değil sonsuzluğa aşık ve taliptir. Sadece maddi bir varlığa indirgenmek istenen insanın ne tür bataklığa ve felakete düştüğüne şahit olduğumuz bu materyalist çağda insanlığın çoğunluğunun cinnet geçirdiğini görüyoruz. Sadece bedensel ihtiyaçları karşılanan ve hayvani arzuları tatmin olan, türlü zevkleri tadan ve bunda sınır tanımayan ve tatmin olamayan insanın şımarık ve azgın bir hale gelerek insanlıktan çıktığını ve canavara dönüştüğünü müşahede edebiliyoruz.
Midesi her türlü lezzetle doyurulup ruhu aç bırakılan insanın, en büyük problemlerinin başında ruhsal ve psikolojik hastalıklara yakalandığını görüyoruz. Manevi boyutu ve ruhu sonsuzluğa ve nura aç iken; onu sınırlı, geçici, ölümlü şeylerle tatmin etmeye çalışmak insana yapılmış en büyük zulümdür. Yaşadığımız şu çağda insan ile Yüce Allah arasına, insan ile aşkın ve ulvi duyguların arasına maddi ve dünyevi o kadar çok engel ve set örülmüştür ki; insanın asıl ihtiyaç duyduğu ve ruhunun beslendiği o ilahi nura götüren tüm yollar kapatılmaya çalışılmış, ruhu karanlığa mahkum bırakılmıştır. Allah'ın nuru ve muhabbetine bu kadar aç iken sürekli bu nurdan uzaklaşması, nefsinin, heva ve hevesinin, şeytanî dürtü ve vesveselerin telkiniyle süfli ve hayvanî yönelimler göstermesi ruhen aç kalmasına, kalbinin ışıktan ve nurdan mahrum olmasına, bunun akabinde psikolojik ve ruhsal hastalıkların baş göstermesine neden olur. “Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle huzur bulur." Rad/28 ilahi fermanına kulak tıkayarak malayani, günah, gaflet, küfür ve isyanla ömür geçirmesi ruhunu sarsan fırtınalara sebebiyet verir. İbadet ve taat, fikir ve zikir gibi bizi ezelî ve ebedî nura yaklaştıran, ruhumuzun manevi ve sonsuza meftun yönünü doyuracak şeyleri terk ve ihmal etmek bizde tedavisi zor ruhsal rahatsızlıklara yol açar. İnsanın kendini tanımaya çalışması ve her yönüyle anlamaya gayret etmesi gerekir. Aksi halde ayartıcı, kışkırtıcı, oyalayıcı ve nefsi cezb eden aletlere ve eşyaya takılarak bir ömür huzuru ve mutluluğu onlarda araması onu yanlışa ve çıkmazlara götürür. Devamlı keyif, eğlence, zevk ve heva-heves peşinde koşup canının her istediğini yapması nefsini şımartıp her nimeti tattırması ve huzuru orda araması insanın yapısını bilmemesidir. Çünkü her zevk,keyif ve eğlencenin bitiminde eğer şükür yoksa ve aşırılık varsa hayal kırıklığı ve mutsuzlukla sonuçlanır. Tatminsizlik, bocalama sürekli değişik şeyler yapma isteği ve akabinde hayal kırıklığı ve boşluk hissi getirecektir. Bu da bunalım ve depresyona kapı aralayacaktır. Boşa kürek çektiğini ve huzurun tüm bunlarda olmadığını anladığında eğer Allah'a dönmezse büyük bir anlam boşluğuna düşecektir.
İlâhî rabıta ve bağı zayıflayan ve manevi yönü beslenemeyen insan inanç ve itikat noktasında sıkıntılar yaşayacaktır. Hiç inanç ve ibadetle tanışmayan insana nazaran inanç ve ibadet ehli insanlar manevi yönlerini ve ibadetlerini ihmal ve terk ettikleri zaman daha çabuk ruhsal bunalımlara düşebiliyorlar. Dünyaya fazla dalma huzuru zevk ve keyifte görme, ibadetleri terk ve ihmal zamanla inancı ve itikadı zayıflatır. Dünyalıklara aşırı düşkünlük, kurtuluş ve huzuru onlarda görme maddiyatı adeta put haline getirdiği için dünyalıkların ve değer verdiği şeylerin elinden gitmesinden ve yok olmasından aşırı korkar ve endişe duyar. Ona verilenlerin bir emanet ve imtihan olduğu gerçeğini ıskalar ve nimetlere aşırı bağlanır. Bu şeylerin zeval bulması ve yitirilmesi tasavvuru kişiyi korkutur. Kontrolün kendi elinde olmasını ister fakat aciz olduğunu anlayamaz. Kaygı bozukluğu ve panik ortaya çıkar. “Ya kaybedersem ya olmazsa ya biterse...” gibi sayısız kaybetme ve elde edememe korkusunun ruhu sarmalaması sonucu manevi bir buhran içine girer ve adeta nefesi kesilip boğulacakmış gibi hisseder. Oysaki bu koca kâinatın serseri, başıboş, sahipsiz ve rastgele ve idaresiz olmadığını, bir sahibinin düzenleyip tedbir ve kanun koyucunun bu kuralları çok hassas ve dengeli kurduğuna nefsimiz inanır ve iman ederse tüm şeytani vesveseler sükût edecek ve ruhun fırtınaları dinecektir. Bir Halık-ı Zülcelal vel ikramın misafiri olduğunu ve onu daima gözetlediğini bilmek ve ona itimat etmek insana tükenmez bir güç ve yıkılmaz dayanak olacaktır. Yediden yetmişe insanlarda yaygın hale gelen bu kaygı ve endişe hastalığının çaresi Allah ve ahiret inancının ve itikadının güçlendirilmesidir. Biz sahipsiz ve yalnız değiliz. Allah bizim sahibimizdir. Bizi yaratan bizim her türlü ihtiyacımızın vekilidir. O'na bağlanmak ve bu bağı ibadet ve taatle sağlam ve daim kılmak bizi psikiyatristlerin ve ruh doktorlarının kapılarını aşındırmaktan kurtaracaktır.
“Bende sığar iki cihan benbu cihana sığmazam." (Nesimi) Cesetten ibaret değiliz. Bu geniş ve sonsuz manalarla dolu alemi geçici bedene sığdırmaya çalışmak cahillik ve hakikate yapılan zulümdür. O halde ey darlanan, sıkılan, korkan ve endişe duyan nefsim korkma “Hasbunallahi ve nimel vekil niimel mevla ve ni’men nasir” de sonsuz güç bul tüm sıkıntılardan azade ol ve kurtul.