Ülkenizde savaş olduğunu düşünün. Bu savaşın yıllar önce başladığını ve hala devam ettiği farz edin. Savaşın mağdurları olarak yaşama hakkınız kısıtlanmış. Ülkenizde kalırsanız, düşmanlar -ya da düşmanlardan daha tehlikeli ve sinsi işbirlikçileri- tarafından öldürülecek veya kaybettirileceksiniz. Yani iki seçenek de sizlerin sonu anlamına geliyor.

Ve siz Müslümansınız...

Müslümanlığınızın gereği olarak yapılan zulme karşı susmuyor, sonuna kadar mücadele ediyorsunuz. Mücadelenizde imkânsızlıklardan dolayı birçok sıkıntıyla karşı karşıya kalmanıza rağmen, direnişinizden ödün vermiyor, mücadelenizi imkânsızlıklar içerisinde sürdürüyorsunuz. Ailenizin, yakınlarınızın, fikirdaşlarınızın bazıları bu mücadele esnasında yaşamını yitiriyor, yaralanıyor, sakat kalıyor ve bazıları da çoluk çocuğunu, mal ve mülkünü, memleketini ve umutlarını geride bırakarak hicret etmek zorunda kalıyor.

Başınıza gelen musibetlerden dolayı (savaşta yaralanma, sakat kalma, maddi imkânsızlık vs.) sizin de yaşama hakkı gitgide kısıtlanıyor. Bir karar vermek zorundasınız. Ya savaş esnasında yaralanmanız sebebiyle tedavi olmayı erteleyecek memleketinizde kalacaksınız, bu da yaralarınızın büyümesi ve ölümcül hastalıklara dönüşmesi riskini taşıyor. Ya da başka diyarlara gidecek, yaşamınızı orada sürdüreceksiniz.

Uzunca bir istişare ve istihareden sonra uzak diyarlara hicret etmeye karar veriyorsunuz. Artık gideceğiniz yerler arasında tercih yapacaksınız. Sizler tercihinizi; cumhurbaşkanının Abdullah Gül, başbakanının ise Recep Tayip Erdoğan`ın olduğu Türkiye`yi tercih ediyorsunuz. Türkiye`yi tercih etmenizin sebepleri arasında; adil ve Müslüman yöneticiler tarafından yönetildiğini bilmeniz, haksızlık ve zulüm söz konusu olduğunda sizleri bağrına basacak Müslüman kardeşlerinizin olacağını ve rahat bir yaşam sürdüreceğinizi düşünüyor olmanız var.

Nihayetinde Müslümanların kardeş olduğunu ve kardeşlerin birbirlerine yardımda bulunması gerektiğini yüce kitap Kuran`dan öğrenmişsiniz. Yine Müslümanların bir vücudun azaları gibi ve bir parçası diğerini sımsıkı kenetleyip tutan binanın taşları gibi olduğunu enbiyalar serveri Hz. Muhammed (s.a.v)`den öğrenmişsiniz. Bu sebepler sizin Türkiye`ye gönül rahatlığıyla gelmenize sebep oluyor.

Ve Türkiye`ye geliyorsunuz...

Uçaktan iner inmez yaka paça derdest ediliyor ve neye uğradığınızı şaşırıyorsunuz. "Bu bir şaka mı, yoksa gerçek mi?" diye ikilem arasında kalıyorsunuz. Türkiye`de size karşı gösterilen muameleyle ilk başta bir şok, daha sonra ise hayal kırıklığı yaşıyorsunuz. Böylece Türkiye serüveniniz başlamış oluyor.

Bir umutla mülteci statüsüne geçmek ve mültecilere tanınan imkânlardan faydalanmak için yetkili mercilere başvuruda bulunuyor ve yasal olarak çalışmak istediğinizi söylüyorsunuz. Sizlere, bazı devletlerle yapılan anlaşmalardan dolayı "ret" cevabı veriliyor.

Sizler pes etmiyorsunuz. Yetkililerden yardım istemeye devam ediyorsunuz. Soğuktan dudakları mosmor olan çocuğunuzu göstererek, "bari sığınacak sıcak bir yuva" diyorsunuz. Sizlere, Halilürrahman camisinin bodrum katındaki 4–5 metrekarelik odaları tahsis ediyorlar. Ve sizler gibi mustazaf 30 aileyle beraber kalıyorsunuz.

Hastaneye gitmek istiyorsunuz, "sosyal güvenceniz yok" denilerek geri çevriliyorsunuz. Okul çağına gelen çocuklarınızı okula göndermek istiyorsunuz, "ancak misafir öğrenci olarak kabul edebiliriz" cevabıyla karşı karşıya kalıyorsunuz. Kamplarda kalan arkadaşlarınızdan durumlarının nasıl olduğunu soruyorsunuz, verdikleri menfi cevaplarla bu kez de onlar için üzülüyorsunuz.

Her şeye rağmen hayatınızı sürdürüyorsunuz. Her insanın yapması gerekenleri yapıyor, her Müslüman`ın yerine getirmesi gereken farizaları yerine getiriyorsunuz. "Cuma günü namaza çağrıldığınız zaman, hemen Allah`ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın" diye buyuran Allah Teâlâ`nın emri gereği, cuma namazına gidiyorsunuz. Cuma namazını dilleri ayrı, dinleri ise aynı Müslümanlarla beraber kılıyorsunuz. Ve namaz çıkışından bir kaç saat sonra, kana sevdalı hain işbirlikçi tetikçiler tarafından iki yoldaşınız ile birlikte şehit ediliyorsunuz...

***

Sanırım Türkiye`ye hicret etmek zorunda kalan Çeçenleri kastettiğimi anladınız. Türkiye`yi tercih etme sebeplerini ve Türkiye`de başlarına gelenleri de... Yazdıklarım/anlatmaya çalıştıklarım, Çeçenlerin yaşadıklarının çok az kısmıdır. Çeçenler yıllardır Türkiye`de yaşamlarını zorluklarla sürdürmeye çalışıyorlar. Bu süre zarfında mülteci statüsüne geçememiş, imkânlardan faydalanamamışlar. Hala mülteci statüsüne geçmeyi bekliyor, ümit ediyorlar. Oysa Türkiye`ye Müslüman bir ülke olduğu için geldiklerini, ama Türkiye`nin kendilerine sahip çıkmadığını söylüyorlar. Artık bu ayıbın bir son bulması için yetkililere çağrıda bulunuyor, yetkililerden seslerine kulak vermelerini istiyorlar.

Bizler de buradan, Çeçenlerin sessiz feryatlarına/çağrılarına binaen insan hakları savunucularına seslenmek istiyoruz. Mustazaf-der, Özgür-der, Mazlum-der, İHH, İnsani Hak ve Özgürlükler Platformu yetkilileri başta olmak üzere bütün hak ve adalet savunucularına; Çeçenlerin çektikleri sıkıntıların son bulması için gerekli çalışmaları bir an önce başlatmalarını, seslerinin daha gür çıkması için sözcüleri olmalarını, katillerinin bulunması için uğraş vermelerini, mülteci statüsüne geçmek için hükümete baskı yapmalarını, maddi sıkıntılarının azalması için kampanyalar başlatmalarını, eğitim ve sağlık sorunlarının çözümü için gerekli adımları atmalarını ve böylece insani ve İslami görevlerini yerine getirmelerini istiyoruz.

Bu sese kulak verenlerden, insani ve İslami görevleri yerine getirenlerden olmak dileğiyle, selametle kalın.

Muhammet Şerif / Doğruhaber