Son dönemlerin en çok konuşulan konuların başında milliyetçilik, kavmiyetçilik gelmektedir. Ne acı ki bu toplum arasında bir maraza dönüşmüştür. Tedavi edilmediği takdirde daha büyük problemlere sebebiyet verebilir. Evet, bir insan kendi milletini, ırkını sevebilir bu gayet tabiî bir durumdur. Burada bir sorun yok ancak biri kendi milletini, ırkını başka milletlerden ve ırklardan üstün görürse o zaman ciddi bir sorun ortaya çıkmış olur.

Irkçılığa kadar varan milliyetçilik, toplumun birlik ve bütünlüğünü parçalamaktan öte bir işe yaramamaktadır. Farklı ırklardan insanların bulunduğu bir toplum içerisinde ise düşmanlığa sebebiyet vermektedir. İslam medeniyetinde milliyetçiliğe yer verilmemiştir. İslam, ayrımcılığa, ötekileştirmeye şiddetle karşı çıkmıştır. Tüm insanların Âdem (as)’ın çocukları olduğunu, insan olarak herkesin eşit olduğunu ve üstünlüğün ancak takva ile olduğunu belirtmiştir.

Peygamberimizin Veda Hutbesi’nde dile getirdiği, “Arabın Arap olmayana, Arap olmayanın da Arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerinde, siyahın da kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur” ifadesi, aziz İslam’ın milliyetçiliğe bakışını net bir biçimde ortaya koymaktadır.

Bu evrensel bakış açısı, günümüzde yerini başka kavramlara bırakmıştır. Enaniyet bu kavramların başında gelmektedir. Bu maraza yakalananlarda milliyetçilik ve bencillik duygusu sürekli ön planda olmuştur. Yaptıkları her işin, söyledikleri her sözün doğru olduğunu düşünmüşlerdir. Bu yaklaşım, günümüzün en sakat, en yanlış anlayışlarının başında gelmektedir.

Cahiliye döneminde ırkçılık çok yaygın bir hastalık haline gelmişti. Peygamberimiz, nübüvvet sürecinde ırkçılığın toplum arasından kaldırılması için yoğun bir mücadele vermiştir. Kutlu mücadelede muvaffak olan Peygamberimiz, yaşadığı çağda bütün insanları kucaklayan ve mesajlarıyla karanlıkları aydınlatan cihanşümul bir medeniyetin inşa edilmesine rehberlik etmiştir. 

İslam medeniyetinin hâkim olduğu asr-ı saadet döneminde çok nadir olsa bile cahiliye döneminden kalan bazı hareketlere rastlanılmıştır. Bazı sahabelerin yanlışlarına karşı diğer sahabeler İslam medeniyetinin esaslarından ayrılmayarak doğru olanı yapmış ve verdikleri cevapla güzel bir örneklik teşkil etmişlerdir. 

Bu kısımda dile getireceğimiz mesele, bir önceki paragrafta bahsettiğimiz örneklerden biridir: Dönem, asr-ı saadet dönemidir. İslam güneşinin her tarafı aydınlattığı, cahiliye adetlerinin terk edildiği bir zamandır. Bir grup sahabe Mescid-i Nebevi’de halka kurmuş birbirleriyle sohbet etmektedir. İçlerinden birinin Selman-ı Farisi ile bir problemi vardır. O kişide, Hz. Selman’ı zorda bırakmanın düşüncesi hâsıl olmuştur.

mescitten içeriye adımını attığında, onunla sorun yaşayan sahabe Hz. Selman’ın da işiteceği şekilde yanındaki arkadaşlarına kabile ve soylarıyla ilgililer sorular sormaya başlamıştır.
“Soyun nedir, sülalen nereye dayanıyor, hangi kabiledensin?” şeklindeki sorulara, o cemaatte bulunan sahabeler çeşitli cevaplar vermişlerdir. Soruya cevap olarak her birisi kendi soyu ve kabilesiyle ilgili bilgileri aktarmışlardır. Birisi şöyle cevap vermiştir: “Ben şerefli Mudar kabilesindenim.” Bir başkası, “Ben Evs kabilesindenim, benim babam Medinelilerin en şereflilerinin oğludur.” şeklinde konuşmuştur. Bir başka sahabe,“Ben de Temim kabilesindenim, falanın oğlu falanım.”demiştir. Bir başkası da, “Ben de Kureyş kabilesindenim, insanların en şereflilerinin soyundanım.” cevabını vermiştir.
Halkadakilerin verecekleri cevaplar bitince, sohbeti idare eden kişi o ana kadar bütün söylenenleri üzüntüyle dinleyen Hz. Selman’a dönmüş ve ona şu soruyu yöneltmiştir: “Ya Selman! Senin soyun nereye dayanıyor, sen nerelisin, hangi kabiledensin?” Soruyu soran kişiye göre Selman’ın vereceği cevap olmamalıdır; çünkü Selman acemdir yani İranlıdır ve hicret ettiği Medine’de gariptir, bilinen bir soyu yoktur.
Hz. Selman ciddiyetini bozmadan kendisine yöneltilen soruya cevap vermek için önce boğazını temizlemiş ve sonra kıyamete kadar yeryüzündeki bütün Müslümanlara ders olabilecek nitelikte şu cevabı vermiştir: “Ben İslam’ın oğlu Selman’ım.” Bu cevabı verdikten sonra boğazı düğümlenmiş, gözleri dolmuştur Hz. Selman’ın. Daha sonra titrek sesle ve gözyaşları içinde konuşmasını şöyle sürdürmüştür: “Ben dalaletteydim, sapıtmış bir insandım, Allah Teâlâ Hz. Muhammed (sav) ile beni hidayete erdirdi. Ben fakir ve yoksul biriydim, Allah Teâlâ beni Hz. Muhammed ile zenginleştirdi. Ben basit bir köleydim, Allah beni Hz. Muhammed ile özgürlüğüme kavuşturdu. İşte benim soyum ve ırkım budur. Ben İslam oğlu Selman’ım!”
Cevaptan sonra herkes susmuştur, kimseden ses seda çıkmamaktadır. Ancak herkes söylenenlerden kendine bir pay çıkarmıştır. Selman’ın yüreklere hitabı, orada bulunan sahabelerin duygularının tercümanı olmaya namzet bir konuşma olmuştur. Yüreklerde, İslam kardeşliği bir kez daha canlanmış, duygular kaynamaya başlamıştır.
Mescidin bir köşesinde olanlara şahit olan Hz. Ömer bu sözlerden sonra ayağa kalmış, topluluğun yanına gelmiş ve onlara şunları söylemiştir: “Benim de soyumu öğrenmek istiyor musunuz? Cevap vereyim, ben de İslam’ın oğlu Ömer’im. İslam’ın oğlu Selman’ın kardeşiyim.” Hz. Ömer’in bu cevabından sonra mescitteki sahabelerden biri ayağa kalkmış, “Ben de İslam’ın oğluyum.” demiştir. Sonra başka bir sahabe, daha sonra diğer bir sahabe ve en sonda da oradakilerin tümü ayağa kalkmış, ağlayarak ve birbirlerine sarılarak “Ben de İslam’ın oğluyum.” demişlerdir.

Sahabelerin, “Biz de İslâm’ın oğluyuz, İslâm oğlu Selman’ın kardeşleriyiz” sözleri kavmiyetçilik davası güdenlere gösterilebilecek güzel bir örnektir. Toplumu, ancak bu anlayış birleştirebilir. Ayrımcılığın, ötekileştiriciliğin had safhada olduğu çağımızda bizi ancak “Ben de İslam’ın oğluyum” düşüncesi yeniden bir araya getirebilir. O halde kavmiyetçiliği, milliyetçiliği ve bencilliği ayaklarımızın altına alıp kardeşçe, dostça ve hep birlikte barış ve huzur içinde yaşamak için ne bekliyoruz?