Diriliş Ertuğrul, Yunus Emre Aşkın Yolculuğu ve son olarak Mehmetçik Kutulamare. Yiğidi öldür hakkını yeme, derler. Bu anlamda Mehmet Bozdağ`ın hakkını teslim etmek gerekir. Kısa bir zaman diliminde TV dünyasında büyük başarılara imza attığını ifade etmek lazım.
Murat Bardakçı`nın geçenlerde köşesinde ifade ettiği gibi tarihi kaynaklarda hakkında birkaç satır dışında bilgi bulamadığımız tarihî bir şahsiyeti, Ertuğrul Gazi`yi, yüz küsur bölümden fazla dizileştirmek ve bu işi hâlâ devam ettirebilmek elbette büyük bir başarıdır.
Ve Mehmetçik Kutulamare dizisi. Evet, dönemin süper gücü İngiltere`nin gönderdiği ve Irak`ın ortalarına kadar ilerlemiş olan orduyu Kutulamare`de dize getirip şanlı bir zafer kazanıyor ve binlerce İngiliz askerini esir alıyoruz. Böyle bir zaferi hatırlamak ve dizileştirmek elbette gereklidir ama sonrasında, hatalarımız neticesinde yaşanan felaketleri de hatırda tutmak kaydıyla. Zira ayakları yere basmayan hamasi ve havai siyaset tarzına bürünen o dönemin siyasileri yüzünden Kutulamare Zaferi`nden sadece on bir ay sonra, 11 Mart 1917`de Bağdat`ı kaybettik ve dahi bugünkü Ortadoğu coğrafyasını.
Kutulamare`nin ilk iki bölümünü izlediğimi ve çok afakî bulduğumu ifade edebilirim. Yine de Mehmet Bozdağ`a başarılar diliyorum. Neticede kendi perspektifinden yurdum insanına tarih bağlamında bir şuur kazandırmaya çalışıyor.
Bir edebiyatçı olarak bir dizinin, bir sanat eserinin tamamen tarihi gerçeklerle örtüşmediğini ifade edecek değilim. Çünkü edebiyatın, sanatın; konusunu tarihten alsa bile tamamen tarihi gerçeklere bağlı kalmak gibi bir sorumluluğu yoktur. Hatta sanat eserlerinde tarih, tamamen ters yüz edilerek de verilebilir, pek çok Hollywood yapımı sinemada olduğu gibi.
Gelelim Bozdağ`ın en çok beğendiğim yapımına: Yunus Emre. Bir Ramazan paketi kıvamında ekranlarda boy göstermişti ve izleyicileri ekrana kilitlemeyi başarmıştı. Açıkçası bütün bölümlerini izleyememiştim, evde bulunduğum günlerdeki bölümleri ise zevkle seyrettiğimi söyleyebilirim.
Diğer iki dizisinde olduğu gibi Yunus Emre`de de her hafta hafızalara kazınacak ve günümüz iklimine de mesajlar verecek vecizelerle yüklü bir dil kullanmayı tercih etmişti Bozdağ. Belleğimde yer eden deyişlerden biri şuydu:
Bölünürsek yok oluruz
Bölüşürsek tok oluruz
Evet, Yunus Emre`nin yaşam sürdüğü 13-14. yüzyılları göz önüne aldığımızda hakikaten bölünüp yok olduğumuz yılları yaşadığımız görülür. Ne İslam dünyasında ne de daha özelde Anadolu coğrafyasında siyasi bir vahdet söz konusu değil. Moğollar İslam`ın kalbine hançer saplamış, birbiriyle didişip duran Selçuklu, Eyyubi, Abbasi ve daha bilmem hangi devletler birer birer yok olma sürecini yaşamakta. Denebilir ki o dönemin insanları bölüşüp tok olmayı başaramadıklarından bölünüp yok oldular.
Peki, isterseniz günümüz bağlamında kendi coğrafyamız özelinde bir beyin fırtınası yapalım. Ülkemizde Cumhuriyet ile yaşıt bir Kürt meselesi olduğu herkesin malumu. Evet, geçmişe göre demokratikleşme, temel insani haklar anlamında epey mesafe kat ettiğimiz yadsınamaz. Ancak Kürtlerin kahir ekseriyeti, bunları yeterli görmemekte ve kimi insani ve İslami taleplerini dile getirmektedir. Şimdi, bölünme-bölüşme bağlamında bunlar hangi kategoride değerlendirilmelidir?
Mesela İngiltere`de İskoçların yoğun olarak yaşadıkları yerlerin İskoçya olarak adlandırılması gibi Kürtlerin de yoğun olarak yaşadıkları yerlerin Kürdistan olarak adlandırılmasını istemeleri bölünüp yok olmak mıdır, bölüşüp tok olmak mıdır?
Yine mesela İspanya`da Katalanca`nın ikinci resmi dil olması gibi ülkemizin yüzde yirmisini oluşturan Kürtlerin de Kürtçenin resmi dil olmasını talep etmeleri bölünüp yok olmak mıdır, bölüşüp tok olmak mıdır?
Dedim ya beyin fırtınası, siz devam edin…
Not: Yazı günümüz, önümüzdeki haftadan itibaren çarşambaya alınmıştır.