Satranç dışında herhangi bir spor dalında başarılı olduğumu söyleyemem. Satrançta kısmen başarılı olmam, bu spor dalında birkaç yıl antrenörlük yapmam, sanırım, bu oyunun bedensel yeteneğe dayanmamasından kaynaklanıyor. Ortaokul sıralarındayken öğrendiğim bu strateji oyununu iyi rakipler buldukça oynamaktan zevk alırım, ancak satrancın ülkemizde çok tutulan bir oyun olmadığı bilinen bir gerçek.

Geçen hafta Gençlik ve Spor Bakanlığı, Malatya Büyükşehir Belediyesi ve Türkiye Satranç Federasyonu tarafından 5. Uluslararası Altın Kayısı Satranç Turnuvası yapıldı. Yurt içinden ve dışından 600 dolayında satranç severin katıldığı, beş gün süren bu turnuvada Azeri, Türkmen, Afgan ve İranlı dört sporcuyla satranç oynama ve sohbet etme fırsatım oldu.

Yine bir sabah bu Müslüman kardeşlerimizle karşılaştığımızda dil alışkanlığı “Günaydın” dedim. İfadeyi anlamadıklarını bakışlarından hemen anlayınca “Selamün aleyküm, hayırlı sabahlar” diye hitabımı yeniledim. Yüzlerinde bir tebessümle “Aleyküm selam” diye karşılık verdikleri gibi hepsi de az biraz fonetik farkla hayırlı sabahlar kelamında da bulundu: sabahınız hayır, sabah bı-hayr…

Sonra bu günaydın, hayırlı sabahlar meselesi zihnimi meşgul etti. 1930`lu yıllar… İslami hayattan adım adım uzaklaştırılan Anadolu insanının İslam ile yoğrulmuş diline de el atılır, daha doğrusu neşter vurulur. Türkçedeki pek çok kelime sırf Arapça olduğu için, İslam`ı çağrıştırdığı için dilden atılır. O kadar ileri gidilir ki çeyrek asırda yeni nesil, bırakın 300-500 yıllık eserleri bir önceki kuşağın eserlerini okuyamaz, anlayamaz hale gelir. Birçok edebiyatçı kendi eserlerini sadeleştirmek, öz(!) Türkçeleştirmek zorunda kalır.

Bin yıllık İslam ile yoğrulmuş Türkçe, üç kıtada hüküm sürmüş koca imparatorluk dili Ankara`daki bir avuç Agop`un elinde ne yazık ki kuşa çevrilir, neredeyse bir kabile diline dönüştürülür. Dil bilgisinin her türlü kuralı katledilerek rakı sofralarında kelime üzerine kelime türetilir, daha doğrusu uydurulur.

Başlangıçta “Dilde sadeleşme” adıyla başlayan bu dilde tasfiye hareketini destekleyen Atatürk, işin çığırından çıktığını, Türkçenin yok olmaya doğru sürüklendiğini görünce, “Ketebe, yektübü Arap`ındır; ancak kitap, kâtip, mektup bize mal olmuştur, bizimdir.” diyerek bu yanlıştan dönmeye çalışmıştır. Fakat ne yazık ki başta Nurullah Ataç olmak üzere dönemin bir kısım yazarları ve tabii ki siyasileri ta 70-80`lere kadar bu yanlışlarında ısrar etmişlerdir. Çünkü bu ısrar, kanaatimce, yalnız yabancı bir dilin, Arapçanın, antipatisiyle değil, İslam düşmanlığı ile ilgili bir tutumdur.

“Günaydın, tünaydın, güle güle, iyi günler” kelimeleri safiyane oluşturulmuş kelimeler değildir. Bunlar “Selamün aleyküm, hayırlı sabahlar, Allah`a emanet” gibi dini çağrıştıran ifadeleri dilimizden sökmek için uydurulmuş alternatif kelimelerdir.

İşin diğer bir boyutu bugün “Günaydın” kelimesi İslam coğrafyasında herhangi bir karşılık bulmazken “hayırlı sabahlar” az fonetik farklarla neredeyse tüm Müslüman milletler tarafından kullanılmaktadır. Selamlaşma kavramlarımızın ise tüm dünyada ortak hitap olduğunu söylememe bilmem gerek var mı?

Hani anlatılır, masum Anadolu insanı, Almanya`ya işçi olarak gitmiş, ezan okununca: “ A, ezan burada da Türkçe okunuyor!” demiş. Demem o ki Arapça kökenli olsa bile, yüzyıllardır İslam`ın farklı toplumları tarafından kullanılageldiği için pek çok ifade artık sadece Arapça değil, hem Türkçedir, hem Kürtçedir, hem Farsçadır, hem Boşnakçadır… Ve bu ortak dil, ortak kullandığımız kelimeler, din ve kültürün en önemli parçasıdır, İslam dünyasının en önemli vahdet harcıdır.

Son yirmi otuz yıldır Türkçe on yıllar süren kaybına rağmen bu tehlikeyi atlattı, ancak ne yazık ki bu kez aynı senaryo, aynı yanlış süreç 80`lerden beri Kürtçe için işliyor.

(Sonraki yazımızda devam)