Mezopotamya; antik Yunanca’da Mesopotamia (iki ırmak arası) demektir. Türkiye, İran, Irak, Suriye dörtgeninde kalan bölge…

İlk okur-yazar toplulukların merkezidir. Tek bir medeniyetin, ırkın ve dil ve dinin hâkimiyeti olmadığı gibi net sınırları belli bir yer de olmamıştır. Yunanlı tarihçiler bu adı kullanmıştır.
Bölgedeki sürekli göçler ve istilalar buradaki siyasi iktidarların tebdilini de beraberinde getirmiştir. Öte yandan da bölgedeki siyasi iktidarların kültürlerinin ve teknolojik gelişimlerin zeminini de hazırlamıştır. Dünyanın en köklü medeniyetlerinin burada oluşmasının sebebi tam da budur.

Sümerler, Akadlar, Babilliler, Asurlular ve Aramiler gibi kadim medeniyetler; farklı kültür ve halkların bir arada barış içinde yaşadığı yerin de adı Mezopotamya’dır.

Diyarbakır, Ergani’deki Hilar yakınlarındaki Kota-berçem, Urfa’daki Girê Sipî (Göbekli tepe) höyüğü Neolitik Çağdan kalma dünyanın şu ana kadar bilinen en eski yerleşim birimleridir.
Sulu tarım, madencilik, ilkel teknolojik gelişmeler buranın yaşam kalitesini, sanat ve kültürünü geliştirmiştir. Gılgamış kahramanının evinin de Urug’da olduğu da unutulmamalıdır.

Sümerler; Mezopotamya’daki medeniyetin mimarlarıdır. Yazı, dil, tıp, astronomi, matematik, din, fal/büyü, mitolojik hikâye ve destan kahramanları da bu medeniyettir. Mesela “Yaratılış, Tufan..” ilk kez Sümerlerde rastlanır.


Dünyanın en büyük şehirleri; Kiş, Nippur(dini başket), Zabalam, Umma, Lagaş, İridu, Urug, Ur.. Sümer bölgesindedir.

İlk çivi yazısı, ilk yerleşim, ilk tarım, ilk para birimi, ilk teknolojik aletler… burada bulunmuştur. Sümerler; zamanı 60 dakikalık saatlerde ölçmüş, yedi günlük takvimi oluşturmuş.. Babililer; gündönümü, Ay tutulmalarını hesaplamıştır.

Buralı destanlar; tarih, din ve ilgili mitleri içeriyordu. Kil ve balçıktan yapılan Ziggurat’lar da Mezopotamya’daki din, tarih ve mitolojiyi anlatırlar.

Bu tarih öncesi döneme değinmemizden kasıt; “dünyayı özellikle de yaşadığımız Ortadoğu’yu, kadim tarihi, gelip geçmiş kavimleri, kurdukları medeniyetleri…” dert ve dersimiz olarak gezmektir. Bu seyahatimizde; “gören, duyan ve konuşan” bir kul olmaktır.

Bunun sonucunda da derdimiz için ders ve derman çıkarabilmektir. Makamımız; Ziya Gökalp’in Yahya Kemal’i şakaladığı;

“Harabisin harabati değilsin, Gözün mazidedir âti değilsin.” Sözü değil.
Aksine naçizane; “Ne harâbî ne harabatiyim, Kökü mazide olan âtiyiz.”

“Onlar bir ümmetti, geldi geçti” Amenna ama “Yeryüzünde gezin. Yalanlayanların akıbetinin nasıl olduğunu görün!” fermanı da zinhar unutulmamalı.

BM kayıtlarında devleti olmayan en büyük millet/azınlık olarak geçen Kürt halkına yaşatılan Dersim, Zilan, Mahabad, Halepçelerin bir derdi, bir dersi vardır!.. Feryadı da var ama daha da önemlisi Ümmet Coğrafyasında bunların duyulması ve tekerrür edilmemesi, ettirilmemesidir.
Anadolu’nun, özellikle de Ortadoğu’nun “Dil ve Dinlerin Membaı ve Mezbahanesi..” mektebinde; “Kürdistan, Kürd ve Kürtçe” üzerinden de bakılmalı(!)..

Ortadoğu; Âdem babamızdan itibaren fark ve ırkların biriktirdiği maddi-manevi dil, kültür, edebiyat, tarih, efsane, destanların membaıdır. Mezbaha olmamalıdır. Malum, veteriner denetiminde hayvanların kesilip yüzüldüğünde itlaf yerine mezbaha denir.

Ekser devletin red-inkar-imhaya çalıştığı dünyamızda atık kardeşlik-kabul-ihya- imara çalışan halkları özellikle üniversite gençliğini de gördük elhamdülillah tabi ki Gazze’min masumiyetiyle yazdığı Destan’dan sonra!

Ümmet nadastayken; Harwerd, Colombya, Sorbonlu gençlerin macerası, feryadı, isyanı da budur.

“Akletmiyor muyuz?” Gelin bunu “Gerçek ilim sahiplerine soralım!..” Wesselam.