Noel Bizim değildir ancak bizler çoktan Noel’in olmuşuz hem de bilmeden; sadece zanna uyarak ama isteyerek, programlı; aşk ve de şevkle; utanmadan, sıkılmadan; Allah’tan korkmadan, Muhammed’(as)’ın “din, devlet, siyaset ve sosyal hayattaki ilkelerini tepeleyerek; iman, iz’an ve vicdanımızın sesine kulak tıkayarak…”

Bütün bunlar nasıl gelişti? Ne oldu da böyle değiştik, dönüştük?

Kuvvetle muhtemel(!) yakın bir geçmişte birilerinin belki de gerçek kimliğini gizleyen, işin başında bizden gözüken birilerinin, bir zihniyetin.. Mühim bir şeyler yapmış olması lazım. Yaptığı bu şeyler; minicik bir zamanda kotarılmış biricik ama kocaman işler olmalıdır(!?)!

Daha dün; en değerlilerimiz şehit, muteberlerimiz yaralı, sessiz çoğunluk gazi oldu..

Kimisi evli, kimi nişanlı… Kimisi “tek aşkım” dediği komşu kızının kapısının yakınından geçerken yere, ayaklarının ucuna bakardı. En kurnazımız bile karşı taraftaki ağaçlara dönerdi…

Her kes bir bedel ödemişti. Cepheden dönenler masum birer mağrurdu!

Zafer sarhoşluğuyla dönmüştü evlerine! “Çocuklar gibi şendik” sılamıza dönerken!

Zemin belli, zaman belli tam da o zaman “Geldi Yirmi Üç Nisan!” Endişeli olsak da ne bilelim… Görülmeye değerdi sahne… “Neşe doluyor insan!”

Neşelenmek bu milletin hakkıydı. Nevruz’u cephede kutlamıştı. Bu kutlamalara cephedeki herkes katılmıştı. Ne güzel; herkes kendi havasından çalmıştı, çalabilmişti:

Şark’ın neşesine diyecek yoktu! Her yer helbest ve ezgilerden şölen alanına dönmüştü;

Nevroz e ser-sal e/ Lêva gulê âl e…

Hat karvanê Helebê lê / Dimrim lê lê dile lê…

Ez u bejnê ber-hev ketin/ Bilind firîm alçax ketim..

Garb’ın, bundan aşağı kalır yanı yoktu. Hem Payitaht İstanbul daha yakındı.
     Üsküdar'a gider iken aldı da bir yağmur/ Üsküdar'a gider iken aldı da bir yağmur/ Kâtibimin setresi uzun, eteği çamur./ Kâtibimin setresi uzun, eteği çamur.

Dahası da vardı:

Bahçelerde bal erik mi dersin!

“Seher vakti garip garip bülbül öterken/ Kirpiklerin oku yar yar cana batarken/ Cümle âlem uykusunda yatarken/ Kimseler görmeden (yaroy…)/ Gel gizli gizli!”  mi dersin..

Bu kadar ağır bedellerden sonra eve dönen vefakar ve cefakar insanlar; “Din u devlet kurtuldu, emanet emin ellerde..” diye düşündüğünden artık tek şeyi düşlüyordu. Zaruret içindeki yaralı evinin çarkını döndürürken “Eski Sevdalarına kavuşmak ve derd-i maişet!”

İşte böyle bir zamanda “Eski Sevdalarını arayan ÂŞIKLAR” şaşkınlıklar içinde inledi:

Muhabbetin meyli bana değil ki/ Yarenler benden yana değil ki/ Şikâyetim Yaradan'a değil ki/ Ümmete sığındım kul vurdu beni

Dedelerimizin kanı pahasına yazdığı destandan sonra gelişen “gaflet, dalalet hatta hıyanet..” şaşırtmasa da zelil ederek kovduğumuz o Tek Dişli Canavarın Medeniyetine karşı boynumuzu büktü.

Bir gece ansızın “Kandillere KATRAN döktü GECELER!”

Bir düşümüz vardı: “Ölen ölür kalan sağlar bizimdir” diye!

Kalan sessiz çoğunluğun içinden yine Sessiz Çoğunluğun aşıyla ekmeğiyle büyüttüğü bir “gaflet, dalalet hatta hıyanet.. ehli” peydahlandı.

“Aman efendim aman!/ Galiba Ahir Zaman/ Manzarası yurdumun/ Tufan gününden yaman..!” Kim mi? Bizim miri mera ve çayırlarımızda semirmiş Mahlukat; azınlık ama asi, zerre haklı değil ama güçlü; kıblesi var ama Vatikan, Müslüman gibi konuşur ama gavur gibi işler yapar, Müslüman çocuğu ama seküler emperyalist Garbın böceği, Şark’ta yemlenir, Garb’da yumurtlar..

Ne yapmadılar ki!

Önce cepheden muzaffer dönen ÖNCÜ yaralı ve gazilerimizi şöyle bir gözden geçirdiler. Belli ki çok önceden planlamışlar… Askeri deyimle; “Dirsek temas aralığı hizaya geeel!” talimatına uymuşların bazılarını bile fazlalık olarak gördüler. İtiraz edip soru soranları, sorun olacakları… Hâsılı işlerine gelmeyenleri de ibret-i alem için; Sakarya ve Fırat’a “DERT ve DERS” olsun diye sürdüler, zindanlara attılar, kimisini de infaz ve idam etmekten çekinmediler!

Son yüzyıldır Âl-i Suud bunu yaptı, Irak ve Suriye bunu taklit etti, Mısır, Cezayir, Tunus… bunu taklit etti! Üstadım bu mahir Avcı’ya Deccal dediğinde anlamamıştık amma icraatlarının had, hesap ve Ümmet Coğrafyasındaki etki alanlarına baktıkça da “Şarkın hür dağlarının havasını almış; bin Kızıl Elma’yı bir Kelle Soğan’a değişmeyen Üstad (ra)’ı rahmet, minnet, hasret ve Rabbimin Rahmetiyle anıyoruz!

Baksanıza; “Bu İfrit’ten sualin kılını çekmez akıl”

Batıl tezi öyle işlenmiş ki! Ben gavur derim, annem “tövbe de, dinden çıkarsın..” diyor. “Gaflet, dalalet hatta hıyanetlerini..” anlatıyorum, komşularım “Allah zan…dan sakının” diyor. Şu Domuzdan post, Ayı’dan dost olmaz diyorum, hayvana şiddet diyorlar. Allah’ın laneti Şeytan’ın işi desem, inanca saygı diyorlar. Namaz, oruç, “Allah’ın indinde geçerli din İslam” demek zorundayım; ayrımcılık diyorlar. Emr-i bil ma’rûf ve nehy-i ‘anil munker farzdır diyoruz; aşırılık, ayrımcılık diyorlar…

Diyorlar da aslında bu söyleyenler azınlıktır hem de nesli tükenmiş ve korunmaya alınmış muhtelif canlılar gibi bir azınlık ama nedense Anadolu’mdaki bu azınlığın sesi “Bizim” dediğimiz basın-yayın organlarında dahi biz Yerlilerden daha fazla çıkıyor.

Bilirim var bu işte bir bit yeniği… Anlamıyor değiliz hani!

Bu gür ses, bu azınlığın değil elbet! Ürküten, kimi zaman da cazibesine çeken bu davulun sesi, Anadolu’mun ötelerinden, ta ötelerden geliyor. Kindar, nefret dolu, katil, darbeci, sömürgeci ve külliyen fitneden besleniyor!

Şimdi daha iyi anlıyoruz; Ümmetin başına bela olan bu azınlık, küresel güçler adına konuşuyor. Bu NOEL, seküler küresel sermayenin tanımı henüz yapılmamış bir şövalyesidir.

Ümmete dayatılan bu tarih tabi ki yeniden yazılmalı. Sözlüklerdeki İstiklal ve kurtuluş günleri, kahraman, din, bayram, ibadet, kulluk, yılbaşı, milli…” kavramlarının tanımı kadim lügatlere dalarak yeniden yapılmalıdır.

Bize de düşen çok şey var elbet ama acil olan; “Ey iman edenler! Allah'a, Peygamberine, Peygamberine indirdiği Kitap’a ve daha önce indirdiği kitaba iman edin…” (Nisa 136) “Yeniden iman” deyip geçmeyelim.

İbrahim’in Baltası, Darbe-i Yahya, Musa’nın Asa’sı, Ali’nin Zülfikar’ı işte o imandadır wesselam!