Müslüman Ülkelerin ekserindeki yasama, yürütme ve yargı organları seküler Batı yasalarıdır. Eğitimi şekillendiren, sevk ve idare eden de bu yasalardır. Yüzyıla yaklaşan Cumhuriyet tarihi;  sair alanlarda özellikle de eğitim alanında bir devlet politikası olarak uygulanan “Batılı zihniyet, yasa, yaşam tarzının” dayatıldığı deneylerin tarihidir. Diğer Müslüman ülkelerdeki deneyimlerin ekseri de Türkiye Cumhuriyetindeki süreç ve uygulamaların yansıması gibi olmuştur.

Bu vesileyle Ümmet coğrafyasındaki eğitim sorunlarını ana hatlarıyla değerlendirirsek; eğitimde, kâğıt üzerindeki değişikliklerin çok ötesinde köklü bir değişim şarttır. Bu değişim, eğitim alanındaki bir inkılap anlamına da gelebilir.

 Ne gibi? Bakanından en alt kademedeki eğitim elamanına kadar olan kadrolarda yetkinlik; öğretmen yetiştiren kurumların içeriği ve öğrenci alımlarındaki kontenjan, özel şartlar, öğretmen ve yönetici atamalarında liyakat ve yetkinlik, sınavlar, ölçme ve değerlendirme, mezunların istihdamını gözeten bir eğitim politikası şart.

Bu nasıl sağlanır?

Bir zamanlar sorun olan okullaşma oranı ve eğitime erişme durumu artık eskisi gibi ciddi bir sorun değil diyebiliriz ama bu kez de bu alanlardaki ilçe, il ve bölgeler arası kalite ve liyakat farklılığı eğitimin belini bükmekte.

Eskiden vatandaşlar; eğitim yoluyla bir sosyal hareketlilik nam-ı diğer sınıf değiştirme imkânına kavuşabiliyorlarken artık bu düşünce önemini yitirmiş gibi. Vatandaşlar; “çocuğumu okutsam da yaşadığı sosyal sınıf düzeyinde bir değişiklik olmayacak..” diye düşünüyor. İşin daha da acıklısı bu düşünce eğitim kurumlarındaki gençlerin büyük yüzdesinde de vardır.

TÜİK verileri, (2021), nüfusun ¼’ü “ciddi maddi yoksulluk” içinde; % 13,8’i de “sürekli yoksulluk” içinde gözüküyor. Bu durum da geniş halk katmanlarında “kurtulması mümkün olmayan bir yoksulluk kültürü” oluşturmaktadır. Bunun nihai sonucu ise “kabullenilmiş yenilgi veya kabullenilmiş başarısızlık” kültürüdür ki bir millet için geleceği karartan; devlet için de önü alınmaz kriz, kaos hatta yakın atideki taşkınlıkların habercisi durumundadır.

Bugün Ümmet coğrafyasındaki kriz, kaos ve isyanların temelinde bu durumun payı büyüktür. Dün Arap Baharı, bu gün İran ve belki de yarın Türkiye’de olası sıkıntıların önemli bir sebebi de budur.

Okullaşma ve okula erişim sorunu ciddi olmasa da bu ögeler arasındaki “nitelik” farkı da köyden kente kadar giderek büyüyen hatta uçurumlar oluşturmaktadır.

Bu nitelik farkı; dünyada özellikle de Ümmet coğrafyasında eğitimi her yıl, daha da sürdürülemez duruma sokmakta; mevcut eşitsizlik, nesillerin kaybına belki de yitirilmesine yol açmaktadır.

Eğitimi sürdürülemez duruma sokan eşitsizlik; genç nesillerimizi küresel güç ve istihbaratların sevk ve idare ettiği sosyal medyanın esiri öğrenciler raddesine sokmaktadır. Sosyal medyanın yönlendirdiği genç milyonların yakın gelecekte oluşturacağı tehlike ve tehditleri küçümseme gibi bir hak ve yetkimiz de olamaz. Dünyanın çeşitli yerlerinde, aynı medyanın basit diyebileceğimiz sebeplerden, meydanlara bir anda sürdüğü milyonların ne tehditler oluşturduğunu sık sık seyretmekteyiz.

Kimi iktidarların, özellikle az gelişmiş veya gelişmekte olan ülke yönetimlerinin bir kazanım olarak baktığı eğitimsiz kitleler yetiştirme kültürü aslında küresel güçlerin bir kazanımı ve silahı olacağı unutulmamalıdır.

Türkiye’deki eğitim politikası veya felsefesi nedir?

Malum kapitalist ülkeler, piyasa şartlarına göre bir eğitim politikası güderken; artık dünya siyaset müzesine çekilen sosyalist ülkeler ise resmi ideoloji çerçevesinde bir eğitim politikası gütmüşlerdir. Müslüman ülkeler bu iki politika arasında nerededir diye sorulabilir ki bunun cevabı müşküldür. Buna göre bizdekine “cami ile kilise arasında” zannımızca dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmak olarak tanımlanabilir.

Yukardaki tanımlamaya göre kapitalist ve sosyalist ülkelerdeki uygulamalar gibi bizde de eğitim politikaları geliştirilirken; işe bilimsellikten ziyade siyasal ve ideolojik olarak bakılmış denebilir.

 Halbuki bilimin ideolojisi, ırkı ve meşrebi hatta dini olmamalı… Vahyin dediklerini; Kâinatın Sahibinin sözleri olarak bilir ve iman ederiz. Allah dediği için öyledir ve öyle dilediğimiz için de şirk veya küfürde değiliz. Tam da bu yüzden münafık olmaktan kurtuluyoruz. Fizik, kimya ve sair bilimler de vahyin bildirdiklerinin bir delilidir ancak o kadar da buna muhtaç değiliz. Esasen din, zaten bilim ve insan aklının üstünde bir değerdir ve öyle de olmalıdır. Bunu böyle bilen insan-ı kâmil, teslim olan da Müslüman olmuş olur. Bir diğeri de bunun dışında düşündüğü içindir ki şirkte, cahiliye kültüründe kalmış… Tarih boyunca bu kesim de hep olagelmiştir. Çatışma ise kul aklının vahyin sahasına mahdut olan akılla müdahale belki de dayatmalarda bunulmasından çıkmıştır… her neyse…

Hülasa eğitim ideolojinin dışında; akl-ı selimin ve Hakk’ın ortak aklının sevk ve idaresindeki ilkelerle yani gerçek aklın ışığındaki güzergâhta ilerlemelidir. Böyle olduğu müddetçe eğitim de ideolojinin tahakkümünden kurtulur.

Yakın tanığı olduğumuz dünyadaki az gelişmiş ya da gelişmekte olan ülkelerde bir asırdır halka dayatılan tahtadan, beton ve taşlardan sanal diyebileceğimiz “milli kahramanlar, kurtarıcılar, önderler, vazgeçilmezlere..” göre tanımlanan sosyal/kültür derslerin hatta fizik, kimya, biyoloji gibi bilim derslerinin temel kavram ve ilkeleri, bilimin önündeki en büyük manilerdir. Bu uygulamalara tarih ve vahyin ışığında bakıldığında bunların çağdaş cahiliye anlamına geleceği açıkça görülecektir.

Kalkınmış ülkelerin eğitim ve üretimde aldıkları mesafeye bakıldığında, bizim de içinde bulunduğumuz halkı Müslüman ülkelerdeki eğitim alanlarında yapılması gereken çok iş vardır. Din u devlet hatta milletin bekası her şeyden önemli dersek ki öyledir; eğitim alanında devrim diyebileceğimiz reformlar şarttır. Unutulmamalıdır ki yaraya neşter vurmaktan çekinen bir cerrah şifaya sebep olamaz!

Anadolu toprağı; tarihin hiçbir devresinde dostsuz, yarensiz, yaversiz, serdengeçtisiz olmamıştır amma…

“Ben (şimdilik) o kudrette ADAM görmüyorum! Sen göster” (Akif). wesselam