Müslüman coğrafyalarda; ekonomik, adli ve özellikle de terör gibi ciddi sorunlar var. Bu sorunlar için önerilen birçok çözüm önerileri de var ama uygulanan sadece TEK’li bir çözüm önerisidir. Farklı “renk, tarz, şekil ve boyalarla” sunulsa da aslında;

“Cümlenin maksadı BİR amma RİVAYET MUHTELİF!” (Muhibbi/Kanunî).

Kapitalist dünyanın şekillendirdiği dünyada özellikle de Müslüman diyarlarda, halka ve Hakk’a rağmen hem de “az zamanda çok ve mühim ŞEY-LER..” yapıldı!

Bunlar; Hakk’a ve halka rağmen yapıldığına göre aslında bir hiçti.

Yapılan o hiç, hiç olarak kalsaydı, yerine bir şeyler koyuyordu ki bu zemin de bırakılmadı. Bu hiçin başına da çok şeyler geldi, getirildi.

Biri yazdı, biri bozdu. Her yazma bozmada; sadece birileri yedi, sessiz çoğunluk baktı.. dönüp yine baktı, tekrar tekrar baktı. O birileri azgın azınlıktı ama ipin ucunu eline geçirmişti bir kere. Her ne pahasına olursa olsun, ipin uçunu kaptırmaya niyeti yoktu. Bunu, paylaşmaya hatta tartışmaya bile niyeti yoktu.

“Tartışalım..” diyenler tam dokuz köyden kovuldu. Sığındıkları onuncu köyde, musibetlerden nice çareler çıkarmıştı. Bu yüzden de; “Bırak beni konuşayım yine sana danışayım” demişti. Orada da başlarına -her gece ansızın- nice belalar geldi, korkunç faturalar kesildi.

Her ne oluyorduysa diyemeyiz ama tam da o sebepten; azınlık sevindi, çoğunluk üzüldü. Yabancı hesap sordu, Yerli hesap verdi. Suçlu bağırdı, masum ise din ve devletin zaten olmayan selameti adına sustu, sineye çekti.

Son yüzyılda, Müslüman Coğrafyalardaki halklar aslında suçlu değildi. Bunu, “hesap verme makamlarında hep hesap sorgulayan” o azgın azınlık da bilirdi ama kendilerince asıl sorun, bu sessiz çoğunluğun kendisiydi. İşte bu sorunun çözümü için o meşhur TEK’li çözüm yine deneniyordu. Kaçıncı tekrar bilmem ama hep deneniyordu.

Kur’an-ı Kerim’de “Ad, Semud, Lut..” kavimleri için kullanılan tüm sıfatlar; “Firavun, Nemrut, Haman, Bel’am hatta İblis ve cinler” için kullanılan tüm lanetlik tanımlamalar; mülkün asıl varisi olan “sessiz çoğunluğa, halka, yerlilere, masumlara.. yani bizimkiler” için kullanıldı.

Son yüzyılın daha başıydı ki; -ezan ve tekbirlerle istikrarı bulmuş- bütün İslam Diyarlarına vahşiler binlerce EŞKIYA dadandı!

Kurtuluş Savaşları sürecinde “komadaki hasta(!)” denilen insanlar, küllerinden Sîmurg’u diriltti, Kaf Dağı gibi çöktü emperyalist işgalci eşkıyanın… Rus’un, İngiliz’in, Fransız’ın başına!

“Babam gözlerini verdi Urfa önünde/ Üç de kardaşını/ ..Ömrüne doymamış üç dağ parçası./ Burçlardan, tepelerden, minarelerden/ Kirve, hısım, dağların çocukları/ Fransız Kuşatmasına karşı koyanda// Bıyıkları yeni terlemiş daha/ Benim küçük dayım Nazif/ Yakışıklı,/ Hafif,/ İyi süvari/ “Vurun kardaş” demiş/ “Namus günüdür..”/ Ve şaha kaldırmış atını!// Kirvem hallarımı aynı böyle yaz .” (A. Arif, 33 Kurşun)  Heyfa méran, Can u Canikan!

İşte tam da böyleydi İslam Coğrafyalarındaki bütün Kurtuluş Savaşları… Eşkıya sırtlan kümelerini de bu Yerli Yürekler bitirdi amma koca bir ümmet yanılmıştı ya da henüz tanımlayamadığı garip şeyler olmuştu. Cihat Cephelerinde, halkın “can ve malıyla, ekmek ve tuzuyla” beka bulan fırsatçı keskin nişancı bir azınlık; ipin ucunu, din ve devletin bekası adına ele geçirmiş; değişmiş… Bizim Çocuk sanmışız ama O… Çocuk..(!) Başkalarının Çocuğuna(!) dönüşmüş!

“Eşkıya BİN’di BİR’e indi /Hepsinin hakkından gelen/ Hepsinden daha zalim şimdi..(Nef'i.)

Binlerce eşkıya kovuldu.. Bu, bir gerçekti. Yerine sadece “bir” eşkıya geldi. Bu da bir gerçekti. Bir gerçek daha vardı; o bir eşkıya kovulan binlercesine rahmet okuttu.

Ümmetin coğrafyalarında canıyla, malıyla ağır bedeller veren Yerliler; “kıblesini değiştirmiş yerli şövalyelerden” neler çekmedi ki…

Yargısız infazlar, sürgün ve müebbetler gördü. Bir sözüyle milyonları cihad meydanlarına çekebilen rehberler idam oldu. Ahlak ve edeb abidesi, ilim ve irfan mektebi olan okunmamış destanların kahramanları kurşunlara dizildi. Hâsılı Müslüman halkın bedeninden ruhu, beyninden hafızası silindi

Elbette bunlar, ülkeleri zilletle terk eden dünya hâkimlerinin projeleriydi. Cihad yıllarında belki de daha öncesinden devşirdikleri, ahitleştikleri; nice vaatlerle biat ettirdikleri çocuklarımız üzerinden başardılar.

Ümmet olarak “zaruret, cehalet ve nice ihtilafların” yorgunuyduk. İki yüz yıllık emperyalist tecrübeyle oynadılar, düzenlerini kurdular.

Kaybetmiştik.. “Hah işte bu!” dediğimiz yer ve zamanda yine kaybediyoruz. Liyakat kuşaklarını bağlayıp emaneti teslim ettiğimiz Bizim Çocuklar ne de tez dönüşüyor İlahi!

Mesela daha dün masumları sallandıran Haç ve Havra’nın casusu cani Sisi’yle tokalaşan Recep Tayyip Erdoğan’ın büründüğü o kimlik de neydi İlahi? Daha dün demişti: “Ben böyle bir kişiyle asla görüşmem. Her şeyden önce onun bir defa genel afla içerideki bütün bu insanları serbest bırakması lazım. Görüşenler de tarihte farklı bir şekilde değerlendirilecektir… Bu bir defa yenilir yutulur bir lokma değildir. Mısır halkı bizim canımız ciğerimizdir ama Sisi asla! *Darbeyle başa geçen şu andaki zalim Batı bu idamlara sessiz kalmıştır..” diyen; bir dünya karizması, Rabbimin çıkardığı o zirvelerden “Bir Sisi’lik Görüşmede” tepe taklak Sübhan’ın, Ağrı’nın eteklerine düşüp oralarda gürlüyor! “Müsaade etmeyiz! Höt…” diyor. “…ansızın vururum…” diyor ama kime ve neden?

Bunlar; kimilerince “olmasaydın, olmazdık(!)” denilen en cesurları hatta milli kahramanlar! Asya’dan Afrika’ya kadar milletlerinin tarih sayfalarına kahraman kurtarıcı diye yazılan diğer haşeratı, moloz ve hafriyatları saymıyoruz bile.

Geçmişin hep tekrarını yaşıyoruz. İşte, dünya hâkimlerinin bir türlü bozulmayan düzenleri, böylesi liderlerin derdest edildiği böyle ortamlar(!) üzerinden dünyanın ötekilerine sunuluyor, dayatılıyor. Aynı deney tam yüz yıldır farlı renklerde sunuluyor. Renkte tutturmazlarsa deneyin tarzı değiştiriliyor. Tarz da tutmazsa şekli değiştiriliyor. Çağdaş muasır medeniyet seviyesinin üstüne çıkma adına yapılan en son icraat ise deneyin renginin değiştirilmesidir amma kendileri de şahit; olmuyor, olmadı, olmayacak...

İhtiyati çare: “Suçlu dışarda” taktiği. İcraatın başındaki zihniyet; teslim-i silah etmiyor, sorunun çözümü için masada konuşmayı düşünmüyor. Çünkü masada biteceğini, emaneti devretmesi gerektiğini biliyor. Düzmece tanrıların dayattığı sistemin devamı için kargaşa ve düzensizliğe sarılıyor. Suçlu arıyor, terörist ilan ediyor ve tabi ki kahramanlık gazını taşralara pompalıyor ama yine istikrar sağlanamıyor belki de istenmiyor!

Çözüm: Sarp yokuşu aşmaktır.

“Fakat o, SARP YOKUŞU AŞAMADI. Sarp yokuşun ne olduğunu sen ne bileceksin? O tutsağı affetmektir. Yahut birinin şiddetli açlığını gidermektir. Yetimi yahut yerde sürünen bir yoksulu doyurmaktır. ..iman edenlerden olup birbirine sabrı tavsiye edenlerden, birbirine merhameti tavsiye edenlerden olanlar var ya, işte onlar Ahiret mutluluğuna erenlerdir. (Beled 11-18)

Rabbimizin şu dedikleri dünyada özellikle de İslam diyarında var mı? Elbette! Gereği yapılıyor mu? Zinhar hayır!

Ne yapılmalı: O Sarp Yokuşu aşacağız: sorunları konuşmalıyız! Ağlayanı duyup dinleyeceğiz! Hakkı, sabrı… tavsiye edeceğiz.. Redd-inkâr ve imha ile sorunu çözmeye çalışmayacağız! Tabi ki silah güvenlik için konuşacak ama önce yüzleşmeyle sorunlar konuşulmalı.. “İnsanım” diyen her kimse, korkularıyla yüzleşecek; korkularının dayattığı o suç ve günahları -gerekirse- affedecek!

Batının nice savaş ve kayıplarla aldığı mükemmel dersleri neden o ağır kayıpları vermeden almayalım ki! Alalım: Mezhep Savaşları, 30 Yıl, 100 Yıl ve İki Dünya Savaşının bedellerini beter şekilde ödemeden insafa… kendimize gelelim. “Ayıptır! Günahtır…” wesselam.