Fırat ve Sakarya, iki “saf çocuğu Masum Anadolu’mun.” Biri Şark’ta, diğeri Garb’da aktı bin yıllarca. Çok şeye şahit oldu tarih boyunca… Yeryüzünün tanık olduğu tüm lider ve yönetim şekillerini, tezgâh ve oyunları, din ve inanç şekillerini gördü; görmeye devam ediyor.

Etiler, Frigler, Lidyalılar, Asurlular ve Nihayet Roma ve Bizans İmparatorluklarını gördü. Detay yaşamlarını pek bilmesek de Roma’ya kadar insanların; yöneten bir azınlık veya bir aile ve yönetilenler şeklinde sınıflandırıldığını pek biliyoruz. Roma döneminin, “aşılan tepelerin ardındaki Yeşil Vadi” olarak sunulduğu, hatta yasalarının Hukuk Fakültelerimizde hala okutulduğunu biliriz. Roma hukukunda, cumhuriyet ve senatodan bahsedildiği dönemde bile oy kullanma hakkının, belirlenen seçkin azınlığa ait olduğunu da biliriz. Yani buraya kadar sessiz çoğunluğu oluşturan halk, kendisi olarak değil, bir başkası olarak yaşamış ve yöneten azınlığa karşı “öteki” olmuştur.

Özellikle de Selçuklu ve Osmanlılar üzerinden İslam ile tanışan Anadolu; Peygamber ve Raşidin Hulefa’nın uyguladığı İslam ile tanışma fırsat ve şansını bulamadı. Çünkü İslam’ın özellikle siyasal yapılanması; Emeviler ile başlayan süreçte yapılanma şeklini tümden değiştirecek darbe ve operasyonlar geçirmiş; Roma ve Bizans usulü veraset ve vesayet yönetim şekilleri İslam’ı sevk ve idare ediyordu.

Peygamber ve Raşidin’in yapılandırdıkları devletin yapılandırmasında ne vardı? Tabi ki tartışmasız vahyin kırmızı çizgileri vardı. Dolayısıyla anayasada tartışmasız vahyin damgası vardı. Yani hesap veren yürütme organı, hesap soran halk vardı. Dahası istişare vardı, tüm tabana yayılmasa da taban adına tercüman sayılabilecek bir oylama sistemi vardı hem de Fransız Devriminden 1000 yıl önce!

İşte bütün bunların geliştirilmesi lazımdı ama olmadı. Son çırpınışlar; Ali Beyt’e kalmıştı.. Hz Ali: “Ben yaşayan Kur’an’ım! Gelin bana!” Hasan, anlaşmalar, sözleşmelerle bekleyedursun… Küresel komşu güçler olan Pers ve Bizans geleneği daha saatler öncesine kadar uygulanan Peygamber ve varislerinin siyasal yapılanmasının yerini aldı. Kaşla göz arasında, bir oldubittiyle oldu bütün bunlar.  

Hüseyn; sözün bittiği yerde susmadı; kanıyla sessiz çığlık attı! O çığlık bile gerçek sahibini bulamadı; Abbasilerin aracı olarak daha birinci yüzyılı dolmadan Emevi Saltanatının eceli oldu ama yine Peygamberin siyasal yapılanması gelmedi, gelmiyordu. Kral öldü, yaşasın yeni kral oldu!

Elbette bütün bunların bir faili vardı ama bu fail; ayet ve hadislerin arkasına, bunlardan sonraki nâss olarak kabul ettiğimiz tüm kaynaklarımızın tüm sahifelerine sinmiş, gizlenmişti. Aynı İfrit(!?), Şanlı maziye bir set çekti, seddi aşan ışıklar için de bir kara perde çekti; istenmeyen kişilik ve kimliğiyle gelip bizleri buldu.

“Ölümlü haliyle, ölümsüz gerçeklerimizi” alıp gitti. Daha da acıklısı; Kur’an ve Sünnete rağmen yapılanları tartışamıyoruz bile. Cinayetlerin hesabını soramıyoruz bile. Rıza-yı Barî’yi arayan sessiz çoğunluğun zihnine, günah diye “Kitab’ın Kavliyle..” işlemiş ki Hin ve Hinliği konuşamıyoruz bile.

Geldi ölümlü yalan, gitti ölümsüz gerçek;

Siz, hayat süren leşler, sizi kim diriltecek?

Kaf Dağı’nı assalar, belki çeker de bir kıl!

Bu ifritten sualin, kılını çekmez akıl!

İşte bu miras üzerine beka bulan Selçuklu ve Osmanlı, bulduğuyla yetindi. Maziye sorular da sormadı, soramadı.. Kim bilir belki de sormak istemedi. Sonuçta; hem suç kendilerinin değildi hem de ne gerek vardı maziyi deşmeye… Alan razı, satan razı... Hem bunca masraf ve maliyetle ipin ucunu eline geçirmişken ne gerek vardı kaçırmaya…

Bizans ve Roma’da, Pers İmparatorluklarında, bu siyasal yapının değişik adları olsa da bizde “sultan, padişah ama yanında da Halife veya Emirul Mü’minûn” lakapları da vardı.

Aktörler farklı tabi ki inanç ve kimisinin dini(!) de farklı ama hikâye hep aynı.

Elbette hepimiz cumhuriyetçiyiz, meşruiyet isteriz ama başımıza gelenler neden hep aynı Yadê?

Birçok halkı Müslüman ülkede cumhuriyet var ama halkın reyi ve isteğiyle değil; 5-10 yılda bir yapılan balans ayarları, darbeler, idam ve infazlarla halka karşı korunuyorlar. En büyük kahramanlar(!) dahi koruma kanunlarıyla korunuyor.

Kimi yasalar yanlış, külliyen yanlış ama dünyanın dâhisi de olsa birileri veya bir STK; bu yanlışı, saçmalığı hatta kuru cehaleti “değiştiremez; değişimin teklifini dahi yapamaz” 

Ettekraru ehsen, welew kane yüz seksen!

Kaçıncı tekrardır bilmem ama aynı tekrarlar faydalı şey-ler(!?) diye derdimize derman için sunuluyor.

Bizde de cumhuriyet var. Cumhuriyeti severiz tabi ki..  Hatta güzel günlerimiz de yok değil. İşte:

“Geldi Yirmi Üç Nisan!/ Neşe doluyor insan!”

Dahası da var: “Gözleri deniz deniz../ Saçları alev…”

Rüyalarımız bile lezzete doymakta(!): “Rüyalarıma giriyor her gece/ Ellerinden öpüyorz!”

Tamam, da bir şeyler eksik gibi. Anlatamadığımız dertlerimiz, çözemediğimiz sorunlar; göremediğimiz menziller, fiiller var canlar!

100. yıla yaklaştığımız şu süreçte; başörtüsünü, daha güzel bir demokrasiyi, konuşacak Türkiye’yi, mutlu edilecek halkı, işsiz gençliği, özgürlükleri, kardeşliği… konuşuyoruz tabi ki çözmek için!

Almanya, Fransa, İtalya ile yaşıt olan cumhuriyetlerimizde; bu devletlerle kıyaslanmayacak eksikliklerimizi, çok gerilerde seyreden ekonomik, sosyal, siyasal, terör… sorunlarımızı çözebileceklerini konuşan siyasi parti ve iktidarlardan bahsediyoruz.

Bilmem kaçıncı tekrarla konuştuğumuz bu tekrarlar mı yoksa çözümsüzlük mü asıl istenen çözüm Gundînoo?

Mi go: “Bu derde ne derler sizde?” Çağrımız var:

“Yol onun, varlık onun, gerisi hep angarya;

Yüzüstü çok süründün, AYAĞA KALK, Sakarya!..” ve Fırat!! Wesselam: