Her yerdeki gibi Halkı Müslüman Devletlerde de sürekli bir azınlık bulunmuş; Değişim ve dönüşüm rüzgârları bu azınlık(lar) üzerinden başlamış; moda, edebiyat, sanat ve müzik gibi beyaz atlı prens/prensesler üzerinden de merkezden taşraya doğru yol almıştır.

Değişim süreci; planlı projelerle, dünün tarihinden derin dersler alınarak, yarının tarihi okunarak, bugünü şekillendirmek için başlamıştır. Sabırla, gürültüsüz ama kararlı, makul sebeplere (hüsn-i ta’lil) bağlanmış. Sessiz çoğunluk/halk ilgisiz kalsa da sahil ve sarayların ilgi odağı olmuştur. Bu illet, ilmik ilmik örülmüş nihayet saray ve sahillerimize trollerini bırakmıştır.

İslam diyarındaki değişim her zaman dışarıya özenti veya dış dayatmalar sonucu önce devlet aklında, payitahtlarda, payitahtlardaki saray ve malikânelerde geşt u güzar eylemiştir. Buradan tabana tepeden inmeyle sunulmuş, dayatılmıştır.

Her hâlükârda halk tabanı her vesileyle tepki göstermiş; kendince değişimin karşısında durmuş hatta kelle alıp, kelleler vermiştir. Halkın değişimlere karşı tepkisi belki de gelenektendir. Benzer bir tepki, cahiliye toplumlarında peygamberlere karşı da hep olmuştur. Bu tepkiler örgütlü olmaktan ziyade spontanedir.

Tepkilerin arkasında örgütlü bir organizasyon varsa süreç; güç ve otoritenin el değiştirmesine kadar gider aksine bu tepkiler tedrici olarak azalır, sükûnete ve nihayet bir teslimiyete dönüşür.

Halkın teslimiyeti üç şekilde olur; “sürecin uzaması, mızrakların uçuna değerlerin takılması ve son olarak aynı mızrakların uçuna kellelerin takılması.” Özellikle despotlar bu usulü tarih boyunca pek mahirce uygulamışlardır.

İslam Ümmetindeki değişim süreci 19. Yüzyılın ikinci çeyreğinde Vahyin Anakarasına hükmeden Osmanlının şahsında Tanzimat ve Islahat fermanlarıyla resmen başlamış, günümüze kadar da devam etmektedir.

Duraklama ve nihayet Gerileme süreçlerine çareler arayan Osmanlı, çareyi savaşmakta olduğu Batı’ya kapıları sonuna kadar açmakta buluyordu. Çünkü Osmanlı aydını Batı’yı gezmiş, kararını vermişti:

“Diyar-ı Küfri gezdim beldeler kâşaneler gördüm

Dolaştım Mülk-i İslam’ı bütün viraneler gördüm” (Ziya).

Tanzimat aydını; sömürü, sanayi ve teknolojinin ihya ettiği Batı sokaklarında gezerken; şuh hayat, israf, müzik ve heykellerin ötesini gereğince görememişti. Bu, Batının hakikati değil sadece cilasıydı.

Sultan Mahmut; Batı’nın dahi hayranı olduğu askeri marşlar ve mehter yerine, Batı performansları için Sicilyalı Donizetti’yi saraya aldı. Nihayet amiral rütbesine kadar yükseltilen Donizetti Paşa, askeri bandoyu şekillendirdi. Bu yetmemiş gibi askerin giyim kuşamına dokundu.

Gazete ve matbaanın gelmesi bir zaruret ama bunları Müslümana yasaklamak veya sınırlandırmak; Yahudi, Ermeni ve Yunan’ın kontrolüne vermek ise akla ziyandı..

Asıl sorun da buradaydı. Problem; kapıların bilim ve teknoloji alanında görülen lüzum üzere değil de lüzumsuz alanlara sonuna kadar kontrolsüzce açılmasındaydı.

Bizimkiler(!); bilim ve organize bölgelerinde değil, bitpazarlarında dolaşıyor, ne bulurlarsa alırlardı. Çünkü oralarda;

“Warin sêvan! Warin sêvan..! Çi bistînî milyonek! Çi bistînî milyonek..” (Gelin elmalara! Ne alırsan bir milyon..). İşportacı, seyar satıcılar bağırıyordu..

Parislerde; Payitaht İstanbul sokaklarında, Kahire’de, Şam’da bulunamayan, bullunsa da alınamayan her şey hatta dahası da vardı. “Basılmış duygular, helal haram, suç ve kebair günahlar…

Bizimkiler; suç ve günahların, yan sanayi fason ürünlerin müşterisiydi. İkinci belki de üçüncü sınıf insanlar aydın diye algılandı. Batı’da dahi karşılığı olmayan bu ürün ve zevat; rol model ürün, aydın, bürokrat ve edebiyatçılar olarak -yangından mal kaçırırcasına- Hilafet merkezine, vahyin topraklarına taşındı. Bizimkiler(!?), Frenk şarabının sarhoşuydu. Keyiflerine diyecek yoktu.

Bir kadehle bizi sâkî gamdan âzâd eyledi

Şâd olsun gönlü anın gönlümü şâd eyledi (Dehhani).

Sarhoşluk, kendinden geçme derecesindeydi. Çözüm Batı’da. Doğru olan yaşam, giyim-kuşam, sanat ordaydı. Neslimizi ıslah edecek zürriyet bile ordadır diyen sarhoşlar türemişti. Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki’nin tekmil kadrosu; ilk değişimin öncüleri olan Kemal- Ziya- Şinasi Mektebi’nin çok ötesine geçmişlerdi. Bunlara göre, “Bize ait olan” her şey yanlıştı ve hedefti.

“Dokunma keyfine yalan dünyanın/ İpini eline dolamış gider!” (Mahzunî)

  Batı’dan gelen her şey ebette kabul edilmiyordu ama Frenkmeşrepliği fazlasıyla kabul edecek Gayrimüslim Azınlık(lar) vardı. Zaten ecnebilerden gelen her şey, değişim ve dönüşüm faaliyetleri de bu azınlıklar üzerinden kusursuz işliyordu. Kaldı ki bu azınlıklar; Tanzimat Fermanıyla beraber Müslüman çoğunlukla eşit hale gelmiş hatta Rusya, İngiltere ve Fıkransa gibi güçlü hamileri de vardı.

Hülasa Batı kültür ve yaşamı, tepeden bize dayatılmış. Alıcısı olmayınca da Gayrimüslim Azınlıklar üzerinden bir yaşam felsefesi haline getirilmiştir. Batı kültür ve yaşamını dış baskı ve saray teminatıyla endişesiz yaşayan azınlıklar; fazla zaman geçmeden asli unsur olan Müslümanlardan daha çok imkan ve kabiliyete kavuştular.

Bunun sonucu olarak da bürokrasi, sanayi, ticaret alanlarında üstün konuma gelebildiler. Devletin bile borçlandığı zengin bir sınıf oluşturan gayrimüslimler; son yüzyılda Osmanlıdaki askeriye ve bürokraside önemli bağlantılara hatta işbirlikçilere sahip oldular. Suç ve günah şebekelerine de hükmeden Hıristiyan ve özellikle Siyonist azınlık; suikast ve terör örgütleri üzerinden sessiz çoğunluğun gündemini oluşturabildi, siyasete hatta devletin işleyişine yön verebildi.

Sultan Abdülhamid’in hallindeki fotoğrafta görülen Ermeni, Yahudi ve bir Müslüman(!) portresi, azınlıkların gücünün bariz işaretidir.

Bugün ise seçilen Bizim Çocukların(!); minnetinde oldukları sessiz çoğunluğa rağmen kazanmaya çalıştıkları düşmanları, çıkardıkları yasalar… da aynı azınlık zihniyetin imkan ve kabiliyetinin göstergesidir.

Hala çoğunluğuz amma -kusura kalmayın- “Rîvîyek wekî bâ, çû ser hirçek wekî ga! (Rüzgar gibi cılız bir tilki, öküz gibi bir ayıya bindi). Dert ve dersimiz olsun vesselam!