İnsanoğlu canlıların en mükemmelidir. Maliyeti en ağır ve karmaşık olan eğitim, bu canlı nevinin eğitimidir.  

Mesele şu: insan eğitimi, bunun yapıldığı ortam ne zaman, nerede ve nasıl başladı?

Hz. Âdem (as) ilk insan ve peygamber olduğuna göre ilk eğitim de onun bulunduğu zaman ve zeminde başlamıştır.

Bunda şüphe yoktur. Çünkü atamız konuşmuş, eşyanın adını saymış hatta o an etrafında (Cennette) bulunan ruhani varlıkları da bu eğitim sayesinde izniyle alt etmiş; bahşedilen üstün vasıfları hak ettiğini de kanıtlamıştır.

Bu bilgileri Zebur, Tevrat, İncil ve bunları doğrulayan ve tamamlayan Kur’an da doğruluyor. İnsanoğlunun tarih boyunca bıraktığı abide, anıt, yazıt, balbal, tabletler; oluşturduğu hikâye, masal, destan ve menkıbeler; mensur ve manzum yazmalar da şu veya bu şekilde Vahyin bildirdiği bu maceraya uygun olarak şekillenmiştir.

İşin buraya kadar olanı vahiy ve nakil yoluyla öğrendiklerimiz.

İlk insan; bir yaygın veya örgün eğitim sürecinden geçmemiştir. O, kendine yetecek bilgileri, vahiy yoluyla bir anda öğrenmiş. Dünyadaki yaşamının gerektirdiği gereksinimlerini ise tedrici olarak görülen lüzum üzere ihtiyaca binaen öğrenmiş. Bunda şaşılacak bir şey de yoktur.

İnsanoğlunun eğitimi ve okullaşma sürecinin belli aşamalardan geçtiği bir gerçek. Eğitimin tarihi sürecinin bahsedildiği ilgili kaynaklarda değişik sınıflandırmalar vardır. Eğitimde okullaşma süreci için “sosyolojik, antropolojik ve tarihi yaklaşımlar” vardır.

Mesela bunlardan Hesapçıoğlu’nun (2002), bahsettiği dört aşamayı kendimizce izah edelim:

1-Antik Dönem (M.Ö. 400-M.S. 476): Buna, Yunan Çağı da denir. Bu cağda her biri bir fakülte, üniversite veya daha farklı olan ve örgün eğitimin yerini dolduran bilge insanlar var.. İlim talipleri, bu bilgelere gider, hizmette yıllarını harcardı. Bilge, deha, feylesof, duayen, zana, akilmend kişilerin çevreleri aynı zamanda mektep görevi görüyordu. Bu mekteplerde, bir azınlık, birkaç kişi veya bazen sadece bir kişi hisse alırdı. Platon, öğrencisi Aristo ve sonraki nesiller böyle yetişmiştir.   

2-Ortaçağ (476-1453): Hristiyanlığın anakarasını aştığı, Roma ve Bizans’ın şahsında Batı’da bir din olarak kabul edildiği dönemden İstanbul’un fethine kadardır. Bu dönemde daha çok vahiy, peygamberler ve bunların paralelinde kutsal kabul edilen otorite şahsiyetlerin öğretilerinin esas alındığı dönemdir. Haçlı Savaşları ve Moğol İstilaları, batıl da olsa bir inanç uğruna yapılan istilalardır.

Bu dönemdeki Haçlı ve Moğol İstilalarının her ikisinde de İslam Dünyası devlet otoritesinden, askeri güç ve birlikten mahrum kalsa da toplum, dağılmamıştır. Dağılmamanın tek sebebiyse; dağılmış devlet otoritesinin boşluğunu dolduran, hüccetülislam vasıflı “veli, eren, evliya, âlimlerdir.” Bunlar aynı zamanda alp-erenler diye de anılmış. Bunların mekânları üniversite, has talebeleri müderris, talebeleri de toplumun maddi ve manevi mimarları olmuştur.

Mevlana, İmam Rabbani, Muhyiddin Arabi… gibi ilim ve irfan abideleri, zamanın eğitim kurumlarının mektepleri olmuşlardır.   

3-Bilimde Teknik Çağ (1453-1980): İstanbul’un fethinde, Bizans’ın tahmin ve tedbirini aşan toplar döktürülmüştü. Artık askeri sahada üstünlük bilek kuvvetinin değildi. İnanç, iman, azmin yanında teknik üstünlük de olmalıydı hem de savaşın olmazsa olmazıydı.

Teknik ve pazarlarda seri üretilen mamul mallar, sahibine her alanda üstünlük kazandırıyordu. Bunun yolu da eğitim için geliştirilmiş okul ortamlarından geçiyordu.

Türk’ün beli tekniğe rağmen Avrupa’da hala bükülmüyordu ama bilim, sanat ve teknikte atı alan Haçlı Dünyası Üsküdar’ı da geçiyordu.

Bu çağda hiç şakasız “Bilgili olan güçlüydü! ‘Bilen ile bilmeyen asla bir olmuyordu. Bilim Mü’minin yitik malıydı’ ama Gavur onu buluyordu! Dâhildeki Kerbela Dosyası’nı bile rafa kaldırmakla…” meşgul olan İslam dünyası;  “reform ve Rönesans ile aydınlanma sürecini başlatan Batı dünyasının tartıştığı en mahrem devlet sırlarına ait bir zamanlar gizli ama artık pazarın diline düşmüş dosyaların mizahlarıyla uyanıyordu!

Okullulardaki eğitimin hasılatını yaman ve acımasızca alan Batı, Hakk’a ve halklara karşı nara atıyordu:

“Evet…! Amerika’yı keşfettik! Asya’nın gizemli yollarını öğrendik! Dünya yuvarlaktır! Bin işçinin bir ayda yaptığını bir makine bir günde yapıyor! Kızıl Deriliyi katlettik! Asyalıyı esir ettik! Haklı olan değil, bilginin gücünü üretime dökebilenler güçlüdür! Hedefe varmak için her şey meşrudur! Allah da var, peygamber de var ama Dünyanın YASASINI biz yaparız…!”

Evet, bunları bizler zaten bilirdik. Yaratıcıyı hayatın dışına atanlar, zaman/zemin ne olursa olsun müşrik, yasaları da şirk olur amma artık laf devri bitmişti! Çünkü:

 “Destê tenê, deng jê nayê! ÂX lê dayê… (Tek elden ses çıkmaz). Destê tâl (vala), li ser zikê birçî ye! (Boş el, aç bir karnın ütündedir.)

  Bu eğitim dönemi, İslam âlemi için Viyana Kuşatması sonrasında gereğince değerlendirilememiştir. Hep Batı’ya özenmişiz, takip etmişiz ama vardığımız mesafede, Batı’nın çok daha ileri mesafelere vardığını da sadece seyretmişiz. Şu ana kadar da her alanda özellikle de bizi başkalaştıran, değiştirip dönüştüren kültür, edebiyat, moda, sanat alanlarında taklitçiliği bir kültür haline getirmişiz.

4-Postmodern Çağ (1980 ve sonrası): Öz yetkinlik, göçler ve çok kültürlülük, globalizm esaslıdır. Bu dönemde verilen eğitim, Bilim Teknik Çağı’nı da gölgelemiş durumda.

Uzaya gönderilen Cames Web Teleskobu çalışmalarını bir kenara bırakırsak; Tik Tok, You Tube, İnstagram.. gibi sosyal medya kanalları bile bizi ve gelecek nesillerimizi kökten değiştirip dönüştürmeye yeter artar bile.

Dost ve düşman tanımının karıştığı; laik-ateizm’e şirk, yarenlerine müşrik diyemediğimiz bir acib asırdayız! “Ey Yeşil Sarıklı Ulu Hocalar! Bunu bana öğretmediniz…!”

Bütün bunlara karşı çaresiz değiliz elbette. Çare sizsiniz! Çare bizde… amma

Siz de onlara karşı gücünüzün yettiği her kuvvetten ve cihad için beslenen atlardan hazırlık yapın, onunla hem Allah düşmanını korkutursunuz...” (Enfal 60)