Mülkün Sahibinin, mahlûkatı sorgulasın diye yarattığı ve nihayetinde de özel sorgulayacağı müstesna canlıya insan denir.
İnsan; kâinattaki özel malzemelerden inşa edilmiştir. Öyle bir özeldir ki kâinattaki elementlerin tümünü(!) ihtiva eder. Bu yönüyle insan, âdemden beri çözmeye çalıştığımız kâinatın kendisidir denebilir.
Macera şu: Mülkün sahibi bir balçık hazırlatıyor. Bu balçık, İlahi emirle ve meleklere hazırlatıldığı için mutlaka özel olmalıdır. Balçıkta çalışan meleklerin çabası, kullandıkları ilim de mutlaka özel olmalıdır ve öyledir.
İşin burası, yaratılacak olan âdem için sebepler dairesidir. Vücuda getirilen bu mahlûka bir can lazımdı. Can, “Allah’ın üflemesidir.”
Sonrasında Âdem, sınava hazır... Sınavdan önce; Âdem, sürece şahit olan meleklerin şehadetinde nice üstün sıfatlarla teçhiz edilmiştir. Âdeme verilen bu teçhizat elbette sair varlıkları endişelendirmiş ama
“Takdir-i Huda kuvve-i bazu ile dönmez!”
Daha ilk sınavda, melekler, eşyanın adını saymakta aciz kalmış; “…(İlahi!) Senin öğrettiğinden başka bir ilim bilmiyoruz” deyip sözdeki yenilgiyi kabullenmişlerdir. Sonra kalemle tanışan âdem, her defasında daha ileriye taşıdığı ilmini, artırarak aktarmayı öğrenmiştir.
“Böyle maliyeti yüksek bir varlık neden yaratıldı” denebilir. Rebbissemavati wel Erd, bilinmese de büyüktür, yücedir, hâkimdir... Ne var ki “O, yaptıklarından sorulmaz ancak onlar (insanlar), yaptıklarından sorulurlar” ilahi fermanı gereğince Mevla; “Bilinmeyen bir hazineydim, bilinmek istedim” demiş (Kutsi Hadis).
Mülkün Sahibi; kendisini düşünen, anlamaya çalışan bir mahlûk yaratamaz mı? Yarattığı kainatı, her şeyden daha fazla düşünen, farklı bilim dallarıyla uğraşıp nice meçhulleri çözmeye çalışan; çözmeye çalıştıkça da bocalayan; bocaladıkça da çıkış yolları arayan; bu arayışı kendi nesline miras bırakan; üstelik de kendi neslinin başlangıcı bir Peygamber olan ve sonrasında da nice peygamber, enbiya, evliya, mütefekkir, alim, filozoflar ve bu sınıf insanların her birinde unvanının yanında “rasihune fil-ilm” (ilimde derinleşenler) sınıfını türetecek bir canlı türü yaratamaz mı?
Elbette yaratır!
İşte bütün bu emeğin ve verilen taltif, unvan ve manevi derecelerin bir karşılığı olmasın mı? Zinhar olmalıdır.
İnsan, üstün vasıflarından dolayı da başta Yaratanına karşı olmak üzere dünyayı paylaştığı tüm varlıklara karşı hatta kainata karşı ödemesi gereken bir kadim borcu vardır.
Bu borcu ödemek için başta kendini keşfetmeli. Çünkü “Kendini bilen; Rabbini bilir!” Rabbini bilen başta nankörlükten kurtulur; vefakâr bir insan olur. Mesela hayvan olma gibi bir tehlike ve cinayetten kurtulur.
İnsanın Allah’ın yüce sanatını “görme, merak etme, öğrenme, çözme ve nihayetinde bir çıkarımda bulunma gibi bir vazifesi” de vardır.
İnsan; “düşünecek, akledecek; “gerçek ilim sahiplerine” soracak!
Her insan bildiğinin âlimidir. Âlim; bildiği ilmi, güzellikleri hatta nimetleri… başka insanlarla paylaşma gibi bir vazifeye de talib olmuştur. Zaten “Eşref-i Mahlûkat” mertebesinin anlamı da budur.
Bir hayvanın, taşın, toprağın, bitkilerin böyle bir görevi ve borcu yoktur. Esasen buna gerek de yoktur.
Güzel olanı sevmek, garipliklerden ders çıkarmak; ölümden dahi nasihat almak; imkân, kabiliyet ve ilmine göre mahlûkatı, hemcinslerini, özellikle da mahrum ve mazlumları “sevk ve idare etmek” de insan türünün bir görevi ve sorumluluğudur.
ÇÜNKÜ yeryüzünde öyle insanlar, topluluklar hatta milletler var ki gerçekten kendi akılları kendilerine yetmemektedir. Mevcut problemini çözeyim derken, beter problemlere düşmektedirler. Ömür boyu esaret, red ve inkâr, infaz hatta imha edilmiş veya edilmekte olan nice topluluklar vardır… Böyle mağduriyetlere, bu cinayetlere, kabalıklara, zalimliklere ve faşizme seyirci kalmak insanlıktan istifa anlamına gelmektedir.
Peygamberlerin mücadelesi tam da budur. Hz Musa(as)’a “Git şu kulumuz (Firavun) azıttı! Onu uyar” ayetinin emri de budur. Çünkü o dönemde Beni İsrail’in durumu, böylesi bir mahrumiyetti.
Yukarıdaki vazifeler, dünyada icra edilecek görevlerdir. İnsanoğlu, dünyada yaptığı veya yapmadığı, yapamadığı zaruri görevlerine göre ikinci ve ebedi olan ahiret hayatı öncesinde, kabrin ötelerinde, bu dünyanın dışında bir yerlerde sorgulanacaktır. Zaten insan bu dünyaya ait bir varlık da değildir.
Ötelerden bu dünyaya gelen insan, imtihan olan bu dünya yaşamından sonra tekrar ötelere gidecektir. Yani bizler aslında bu dünyada gurbetteyiz. Ölüm ise ebediyete kavuşmak için ötelerle yapacağımız bir izdivaçtır. Bu yüzden Allah’ın evliyası, ölüme “şeb-i arus” (düğün/ vuslat/ kavuşma gecesi) demiştir.
Hâsılı Allah’ın her sanatı güzeldir. İnsan denen karmaşık sistem ise en mükemmel, en anlaşılmaya muhtaç bir eserdir. Öyle bir eser ki kâinatın sırrını kendinde barındırmaktadır. Nice bilim adamı, feylesof, nice edebiyatçıların üzerine sayısız eserler yazdığı insan, içerik olarak hala bir muammadır.
İnsan muammasının talebesi biziz. Bu muammayı çözüp sahip olduğumuz cihazatın, unvanların hakkını teslim edeceğiz.
Soracağız: Ben kimim; nereden geldim; nereye gideceğim… Soru, ilmin anahtarıdır. Öğrendikten sonra da: “Laf bilirsen söyle ahkâm alsınlar!/ Bilmiyorsan sus! Seni insan sansınlar!” Wesselam!