İslam kültür ve medeniyeti daha onuncu yılını doldurmadan, orantısız maddi imkânlara sahip küresel güçlerin kültür ve medeniyetiyle buluştu, çatıştı. Yüzlerce yıllık savaş, ticaret, hukuk ve kültür geleneğinden beslenen Bizans ve Pers imparatorlukları için bu yeni Din’in tezleri; tuhaftı, kabul edilemez şeylerdi. Tam da bu yüzden kısa sürede tehdit hatta düşman diye algılandı ama bu kadim iki medeniyetin daha önemli sorunları vardı; maziden gelen çetin savaşların maliyeti, değerlerini yitirmiş yorgun halklar ve metal yorgunluğu.”

Böyle bir zaman ve zeminde, maddi ve manevi ileri hareket ve harekâtını sürdüren İslam; Haçlı Savaşları (11.yüzyıl) ve Moğol İstilası (13.Yüzyıl) dönemlerine kadar sarsılacağı bir engelle karşılaşmamıştır.

İslami İlk Dalga; VII. yüzyıldan XI. yüzyıla kadar İber Yarımadası’ndan İdil Nehrine (Maveraunnehr) kadar her cephede galip geldiğine göre, “her cephenin gerisini etkileyen MUAZZAM DİNAMİKLERİ” olmalıydı! Çünkü ordularla ülkeler fethedilebilir; bir millet esir edilebilir ama gönüllerin fethi zordur. Yüreklerin fethi, ancak yüreklere hitap eden kurtuluş ve çözüm projeleriyle mümkündür ki İslam, tam da bu projeleri sunuyordu.

Fethedilecek toprakların Batı ve Doğu’sunda; insanlığın dünya ve ahiret yaşamları için elbette reçeteler vardı ama bunlar, günümüzde Halkı Müslüman Ülkelere dayatılan seküler/laik dayatmaların ötesine geçemiyordu. Örneğin; tanrı; sıradan insanların istedikleri yer ve zamanda ulaşamayacakları ötelerdeydi. Ruhbanların nemalandığı mabetlere, maddi bir anlam ifade eden sunaklarla ulaşılabilecek tanımı muğlak bir güçtü. Günümüzdeki laiklik tanımı gibi bir şey.. Ruhbanların, tanrıdan gasp ettikleri bu güç, eleştirilmesi teklif dahi edilemeyen dokunulmaz ve ilahlaştırılmış sultanın yed-i kudretindeydi(!).

Sonuçta halka sunulan bir din vardı ama bu dinin; din ve halkı, iktidar sahipleri adına dizayn etme dışında bir işlevi yoktu. Bu yünden, İslam’ın yayıldığı altıncı ve on birinci yüzyıllarda Avrupa için “Karanlık Devir” tabiri kullanılır.

Avrupalı; dünyayı merak edip gezmediği için gereğince tanımıyordu. Çünkü dünya değersizdi. Önemli olan ahiretti, vadedilen cennetti. İslam ise bunun aksini söylüyordu: “Dünyası olmayanın ahireti de olmuyordu. Dünya, ahiretin tarlasıydı.”

Avrupa’da, ahiretle ilgili olmayan ilimler de gereksizdi. Dünyevi ilimlere verilecek zaman, israf sayıldığı için ilmin kendisi de düşmandı. Haçlı savaşları ve Moğol İstilalarında, Bağdat ve İskenderiye kütüphanelerindeki yüz binlerce eser bu anlayışla yakılmıştır. İslam ise okumayı, düşünmeyi emrediyor; “Yaratan Rabbinin adıyla oku! Hiç akletmiyor musunuz… düşünmüyor musunuz…” diyordu.

Avrupa’nın filozofları, Cahiliye döneminde giyotinden geçmiş, kimisi de Pers İmparatoru Nuşirevan’a sığınmıştır. Galile (1633) bile can korkusundan; “Dünya, yuvarlak değildir..” deyip kendi tezini inkar etmiştir. İslam’ın ilim merkezleri olan Endülüs, Bağdat, Kufe, Semerkant, Buhara, Taşkent… gibi merkezlerde Doğu’dan özellikle de Batı’dan yabancı öğrenciler vardı. Marco Polo gibi seyyahlar, bu tür anılardan bahseder.

Sağlık sisteminin olmadığı Avrupa’da 1200’lere kadar hastalar; cin-şeytan çıkarma ve sihirle tedavi hatta hastanın infazı.. şeklinde tedavi olmuş. Bunun gerekçeleri de İncil’e (Luka:19-20) bağlanmıştır.

 “Kur’an; müminlere şifa ve rahmet olarak indirilmiş” (İsra,82) yaşama dair, modern teknik ve öneriler sunmuştur: “Çocukların 2 yıl emzirilmesi” (Bakara,233; Kasas,12); “Hayızlı kadınlara yaklaşılmaması” (Bakara,222); “İhtiyarlıkta gebe kalınamayacağı” (Zâriyât,29) “Seyahate çıkınız, sıhhat bulursunuz” (Taberanî) gibi.

Hastalıkları teşhis ve tedavi için; “hijyen, perhiz ve karantina” uygulamalarını getiren İslam; siyasal alanda da “halk iradesi, istişare, liyakat ve adaleti” emretmiş. Dahası; bu vaatler, bizatihi İslam Peygamberi tarafından siyasal iradeye, devlet yapısına hakim kılınmıştır.

Raşit Halifeler; Peygamber Dönemi’nin taklidi ve tekrarı şeklinde ve İslami Cumhuriyet yapılanmasının da ilk pratiğiydi. Hal böyle olunca da İslam toplum ve medeniyeti, komşusu olduğu her toplum ve medeniyette, hayranlık uyandırıyor, sessiz çoğunluğun hayallerini süslüyor, halklarda hatta elitlerde tanınma arzusu oluşturuyordu. Bunun sonucu olarak da toprak fethinden önce, gönüller fetholuyordu.

Bu dönemde; Doğu’da ve özellikle de Batı’daki en makul yönetim yapıları dahi Sezar ve kayzerliğe dayalı tiranlık, krallık gibi diktalardı. O dönemde Bizans ve Roma’daki senatolar; halk iradesinin dışında; seçkin, azgın azınlığın ahkâm kestiği yapılardı. Halk; sosyal yaşamda etkisi olmayan iradesiz yığınlardı.

Şunu artık rahatlıkla söyleyebiliriz: İslam’ın karşısında duran güç odaklarının; savaş dışında İslam’a alternatif olabilecek bir tezleri yoktu. Bu otoritelerin yönettiği halklar ise otoritenin zayıflaması durumunda veya buldukları ilk fırsatta İslam ile buluşuyor veya kendi dinleri üzerine kalsalar dahi İslami bir yönetim altında yaşamayı yeğliyorlardı.

İslam Toplumu dışındaki halkların durunu; İslam’a rağmen Müslüman halkları yöneten Batılı seküler yönetimlerin başarısız idareleri altında yaşayan günümüzdeki Müslüman halkların durumu gibiydi. Müslümanların bu gün Batıya akın ettikleri gibi Hristiyan halklar İslam coğrafyasına akın ediyorlardı. Bu da her zaman, her yerde olduğu gibi halkların değil, halkların umutlarını karartan yönetimlerin suçu ve zilletidir.

Mazideki atalarımızın ve kendi iktidarlarından kaçarak umuda yürüyen milyonlarca mustazaf kardeşimin kulakları çınlasın! 

İslam; komünizmin kendi kendini yediği; yılan gibi allı pullu derisiyle seküler kapitalist ateist kasırganın Siyonist kapitalist sermaye ile birleşerek dayattığı postmodern şirk ile beyni devre dışı bıraktığı, insanların sadece gözüyle düşünebildiği bu acîb asırda alternatif olmaya, çağdaş küfür ve şirkin tahtını sallamaya ve nihayet kurtuluş reçetesi olmaya devam ediyor; bize, kıt birikimimize, ihanet boyutuna varan gafletimize rağmen!

Bitkin halimize rağmen; küresel emperyalizm, kapitalist Siyonist yapılar; “Mülklerini bir anda Mustaz’afların eline geçirecek” bir İslami Yapı’nın başarabileceği bir zaferin endişe ve korkusuyla yaşamaktalar.

Bilimde katettikleri bunca yola rağmen; cahiliye adetlerini benimsemeleri, kin ve nefreti yaymaları, katliamları desteklemeleri; içimizdeki kanunsuz yapıları desteklemeleri; içlerindeki bir avuç Müslümana dahi tahammül edememeleri de bu korkularının bariz delilleridir.

Korkunun ecele faydası yoktur fakat “Va dîsa bu şev xewa min nayê” (yine gece oldu uykum gelmiyor) ama mazlumun halinden, dünyanın sancısından bilirim: “..Nesrun minellah we Fethun karîb” weselam!