Zamanın küresel güçleri olan Roma ve Pers İmparatorluklarının hükmettiği insanlığın anakarası denilen bir kavşağın hemen altında, bir çöl yurdunda zuhur eden İslam Medeniyeti; mezkûr medeniyetlerle kıyaslanmayacak mütevazı imkânlara sahipti. Kaldı ki Mekke şehir devletindeki herhangi bir müşrik liderin imkânları bile İslam Peygamberi ve ilk iman edenlerin imkânlarından fazla ve orantısızdı. Mekke’deki hal buyken, İslam’ı zor şartlarda, kıt imkânlarla üstün kılan şey neydi?
Bunun cevabı; ezici güç ve sermayede olmayacağına göre bu üstünlüğün cevabı, İslam’da bulunan “aklın ve Hakk’ın ortak olan yoluna uygunluğunda, selim aklı ve sessiz çoğunluğu celbeden içeriğinde ve fıtrata uygunluğundadır” denebilir.
Vahyin macerasında, ilk peygamberden son peygambere kadar genelde bu zor şartlar ve kıt imkânlar olagelmiştir. Zaten vahiy de zor şartlar ve kıt imkânların doğurduğu hukuksuzluk, şirk ve cahiliyeye dayalı suç ve günahların işlendiği zemin ve zamanlarda gelmiştir.
Vahyin iktidara ve inkılaba yürüdüğü yolda; adalet ve hikmet ve nasihat olmuştur. Kalem, daima kılıçtan önce konuşmuş ve galip gelmiştir.
Adem (as), çocuklarına hakikati ve daha dün terk etmek zorunda kaldığı nimetleri anlatmıştır. Aynı hakikati; “Nuh şöyle devam etti: -Ey Rabbim! Doğrusu ben kavmimi gece gündüz davet ettim. Fakat davetim, ancak kaçmalarını arttırdı. Her ne zaman onları senin bağışlamana çağırdıysam, parmaklarını kulaklarına tıkadılar, elbiselerini başlarına çektiler, direndiler ve büyüklendikçe büyüklendiler. Sonra ben onları açıkça çağırdım. Sonra onlara davetimi hem açık ilân ettim, hem de gizlice. Özel olarak kendileriyle konuştum.” (Nuh 5-9).
Hz. Muhammed’e kadar gelen vahyin mesajındaki içerik ve peygamberlerin tarzı budur. Kılıca karşı kalem ve söz, cehalete karşı medeniyet, zorbalığa karşı adalet, bağnazlığa karşı orta yoldur. Sosyal hayata karşı dayatılan red ve inkârcılığa karşı, ortak akılda buluşma ve hüsn-i kabul; asimilasyona karşı ıslah..” faaliyeti olmuştur.
İslam; Hicaz yarımadasında özellikle de Haremeyn (Mekke ve Medine)’de özel bir hukuk getirmiştir. Bu; dünya ve ahiret hayatının ıslah, inşa ve ihyası için arzulanan müstesna makamın seçimi için bir zaruretti. Mekke ve Medine gibi kutsal şehirlerin, şirk ve cahiliye adat, ibadet ve yasalarından arınmalıydı. Bunun sınırları, Kur’an’da belirlenmiştir.
İslam’ın doğu, batı ve kuzeydeki fetih topraklarına baktığımızda; farklı ırkların; kültür, inanç ve adetlerinde özgür olduğu görülür. Örneğin Türkiye’de yakın zamana kadar Ezdi, Süryani ilçelerin olduğu bir vakıa. Afrika, Balkanlar ve Asya’nın fethedilen topraklarında; buralarda kurulan İslam ülkelerinde farklı inanç ve kültürlerde de durum aynı. Ortadoğu’daki bu farklı millet ve inançların yok olması, göç etmeleri veya ayrımcılığa maruz kalmaları ise Osmanlı sonrası kurulan Batılı laik devletlerin uygulamalarının sonucudur.
İslam kültür ve medeniyetindeki ıslah faaliyeti; totaliter, kapitalist veya faşizan yönetimlerde asimilasyon politikası olarak uygulanmıştır.
İslam; tabi ki bir inkılabı, bir değişimi zorunlu kılar. Tevhid Ehlinden de bu inkılabı zinhar ister ama bu istek, karşı tarafların asimilasyonu veya imhası şeklinde değildir. Halkı Müslüman ülkelerdeki gayri İslami inanç ve adetlerin; laik yönetimlerin kurulduğu 1920’lere kadar yaşam güvenliği endişesi yaşamamaları, geçmişteki İslami iktidarların sağladığı bir kazanımdı.
Toplumun dünya ve ahiret hayatlarının kurtuluş ve selameti, İslam’ın ana hedefidir. Bu; dinin hedefi, Mü’minin de ifa etmesi gereken bir borcudur. Yani insanların kula kulluktan kurtulmaları için fert veya kurumsal olarak çaba gösterilir ancak bu bir dayatma veya kılıç zoruyla yapılamaz.
Peygamberlerin, özellikle de Hz. Muhammed’in(s.a.v) yaptığı savaşlar ise hakikat ve hakikatin inşa ettiği toplumun bekası, istikrar ve asayişini temin içindir.
Her savaştan önce şunlar denenmiştir: Karşılıklı tezlerin konuşulması, yüzleşme ve barış ortamında inancın gereğinin yaşanması için her yol denenmiştir. Tüm imkânlar tükenince de fitnenin kalkması, dinin yalnızca Allah’ın olması, farklı inanç ve kültürlerin asayiş ve emniyetinin İslam tarafından sağlanması için de gerekirse savaştan da kaçınılmamıştır.
Çünkü insanlara, her iki dünya kurtuluşu anlamına gelen “La ilahe illallah..” mesajını duyurmak da bir vecibedir. Duyan kişi veya toplumlar ise bunu, seçip seçmemekte özgürdürler. Ahiret hesabı ise Allah’ındır..
Hâsılı kelam İslam; fıtrat dinidir. Bu yüzden de insani, medeni ve makul olana giden her ne yol varsa tamamı aslında İslam’a, vahye gider. Şartlar eşit olduğunda, beşeri sistem ve yasaların bir dayatma, komplo ve kumpası olmadıkça da hiçbir ideoloji veya siyasal yapının İslam ile yarışması mümkün değildir.
Müslümana düşen; fıtrat dininin aşk, birikim ve projeleriyle donanmaktır. İslami Devlete düşen ise bunları uygulamaktır.
Özelde İslam aleminin, geneldeyse dünya halklarının yaşadıkları çıkmazlar, bu İlahi Projeye inat ve isyandır.
Beşeri her rejim ve düşüncenin insanlığı bunalttığı şu zaman ve zeminde yegâne çare, elbetteki İslam’dır amma henüz değil, şu halimizle değil. Bu yüzden de;
“Ben o kudrette ADAM görmüyorum, sen göster” (Akif) Wesselam. (Devam edecek)