Bu Mekteb’in ilk muallimi Cibril-i Emin, ilk talebesi de Muhammed’ül Emin’di. Herhangi bir beşerî tezgâhın kazanım ve cazibesinden geçmemiş, tertemiz, masum bir rehberdi. Yani O, bir peygamberdi nokta!  

Kendini değil Hakkı anlatıyordu. “Kızı Fatıma olsa dahi.. “toleransı, kayırmayı değil, adaleti dayatıyordu. Kanaat, sabır, tevekkül, şükür, Hakkı ve sabrı..” kendi nefsine, sonra hanesine, sonra öz yarenlerine ve nihayet sessiz çoğunluğa, mazlum ve mahrumlara anlatıyordu. Bunlar gibi yer, içtiklerinden içerdi. İbadet ve ihlasta ileri, yaşam kalitesinde halkın seviyesindeydi.

İlahi korumadaki yaşamı mucizeviydi, Kur’an’ın kendisi en büyük mucizesiydi ama O; Mekke’nin işkence döneminde, hicrette sığındığı mağarada ve Medine’de kurduğu İslam devletindeki “sosyal, siyasi, ekonomik, askeri…” alanların tümünde hayatın gerçeklerini uyguladı; uygulamakla kalmadı öğretti.

Örneğin hicretinde, düşmanın en gafil anında Mekke’den ayrıldı. Kucağında büyütüp eğittiği Ali’yi ölüm döşeğine; en vefakâr Ebubekir’i yol arkadaşlığına aldı. Düşmanlarını şaşırtacak rotaları, en çetin dağı, en güveli mağarayı seçti. Yani bir kul olarak tedbir adına ne gerekirse hakkıyla aldı. Tabi ki nihayetinde her işinde Hakka sığınıyor, tevekkül ediyordu. Tam da bu yüzden “Rabbi Onu asla unutmadı;” şirkin cehaletinde debelenen zalimlerin olmayan insafına bırakmadı. Va’di gereğince koruyacaktı; korudu da! İşte:

‘Güvercin yuvası, örümcek ağı…/Böyle şey gördün mü ey Sevr Dağı? /Hayretin yeri yok ibret vaktidir.’ (N. Y. Yıldırım)

İbret de ders de alınmıştı.

Öyle ders alınmıştı ki; küfür, zulüm, şirk ve cehaletin Mekke’sinde; zamanın küresel güçleri: Bizans ve Pers imparatorluklarının coğrafyalarına yürüyecek ordular, haremlerine hükmedecek “iman, adalet, tevhid, ilim ve irfan” mektepleri kuruluyor kadroları yetişiyordu.

Bütün bunlara Mekke hamileydi, Medine doğurdu. 

 Eşref-i Mahlukat olarak yaratılan insan, yine bir peygamberle asıl kimliğini buluyordu hem de en mükemmel ve son şeklini.

Batı’da, “ruhuna şeytan bulaşmış..” diye yakılan; Doğu’da eşya gibi satılan KADIN, beşer üstü bir kimlikle “Allah’ın Emaneti” oluyordu. Yetmedi.. “Cennet, anaların ayakları altındadır” denildi. Mehir; kadının sigortası ve dokunulmazdı. Nikah; nesil emniyeti olmanın yanında kadın ve aile müessesine karşı yapılacak ötekileştirme, itibarsızlaştırma ve gizli kapaklı kanunsuzluklara karşı, mutlak güvencenin ilanıydı. Kadın; rolüne uygun olarak erkekle eşit konuma geldi. Ademin artık namus gibi bir hünkâr mahfili oldu.

“Kıyamet kopsa da elinizdeki ağacı dikiniz. Yiyin için fakat israf etmeyiniz. Komşusu açken tok yatan bizden değildir...” gibi nice farz, vacib, sünnet..” gibi yasa ve değerlerle; hayat, tabiat, nimet ve kıt kaynaklarınüretimi, korunması ve en verimli şekilde kullanılmasının” usul ve esaslarının hududu belirlendi.

 

İslami kültür ve medeniyette tüm mahlukatın hukuku korunmuştu. Kafesteki kuş bile en azında iki tane olmalıydı. Develere gereğinden fazla yük yüklemezdi…

İşin daha garibi ve bir o kadar da talihsizi; yaşam ve medeniyetin olmazsa olmazı olan bu öğreti ve ilkelerin, o zamanın hâkim güçleri tarafından “gereksiz, itibarsız hatta tehdit olarak algılanmasıydı. Bu tehdit, düzmece ilahları, küfür ve zulüm düzenlerini kökten reddeden İslam’ın kendisiydi.

Mekke şehir devletinde, Hicaz’da, Pers, Bizans ve Roma’daki devlet ve hakim yapıların tehdit algısı ve beka meselesi artık bu yeni muhataba göre şekillenecekti.

Yük ağır, yol uzun, menzil uzak; muhataplar; “çok cahil ve çok zalimdi” bunların karşısında gerçekten de “Örtü’ye bürünmek” kaçınılmazdı fakat emir büyük yerdendi:

Ey örtüye bürünen! Kalk ve uyar!” emri gelmişti! İşte bu emrin ilk damlası; cehalet, küfür ve zulüm deryasında yüzen dünyanın en mahrum ve metruk ama en anlamlı yeri Mekke’nin merkezine düştü.

İlk İslami Mektebin dalgaları; Allah’a ait olan hakimiyeti gasp eden, kula kulluğu dayatan bu kara gücün sahillerini burada dövecekti… wesselam! (Gelecek yazıda: İlk İslami Dalga’nın Getirdikleri’yle devam).

 

HİSSE

1-Yeni BAŞKENTe bir iki..!

Endonezya, Mısır, Güney Kore.. nüfus, iklim ve doğa şartlarından dolayı, yeni başkentlerine taşınacaklarmış!

Biz de Ankara’dan Payitaht İstanbul’a taşınmasının vakti gibi! Enflasyon, zamlar, kriz, göçler, terör gillere operasyon için!

Haydi Türkiye! Pençe 1, Pençe 2… Vira Bismillah..! Yelkenler fora! (!?)!

 

2-ABD senatörleri, bize gülümse-miş!

F-“35 imkansız,” F-16’lara da “belki” demiş!

“Türkiye’nin Doğu Akdeniz, Ermenistan, Suriye ve Libya çatışmalarındaki askeri rolü çok tehlikeli!” diye tehdit etmiş!

“Ukrayna krizi, Türkiye'ye Washington'daki yıpranmış itibarını onarmak için eşsiz bir fırsattır” diye çözümün adresini göstermiş!

Yani Hin (Haçlı) diyor ki; “Kimlik, karakter ve itaatin” Hicaz Beyliklerindeki gibi olsun! Hinoğlu Hin (Siyonist Terorist israil) ise “Bu güzel ama yetmez! Ukrayna ve Vahyin topraklarında benim için savaşmalısın!” diyor.

Tam da bu yüzden diyoruz: Kahrolsun israil! Emperyalizim ve Yerli İşbirlikçileri!

 

3-İşgalcı israil yapılanmasının bekası terördür.

Mevcut hükümet, tam dört seçimden sonra ancak kuruldu hem de sekiz partili bir koalisyonla!

Bundan böyle, İşgalci Terör Yapılanmasında, bu yamalı bohça hükümetleri hep olacak gibi. Kendi infaz ve imhasına doğru yürüyor. Tüm kazanımlarını, mülkünü, sermayesini Ümmete devredecek suç ve günahları işliyor!

Sabrımız tükenmiş… Biliyoruz: Yahudiler; yerleşimci değil, işgalcidir; aşırı Yahudi veya fanatik değil, taroristtir! Haklılığa değil, güçlerine güveniyorlar amma tükenecekler!

Ve tabi ki kahrolsun israil! Direnenlere selam, direnişe devam!