Hz. Adem(as)’ın yaratılışıyla aradığımız; her aradığımızda bin bir surat(şeytan)’ı bulduğumuz; bulduğumuzda da kimisiyle uzlaştığımız, kimisiyle de savaştığımız tanımsız mahlukatın adıdır Siyasî Ayaklar!

Hz. Adem; Sani-i Zülcelal’in “sakın ha..” dediği nesneye, Sağdan yanaşan Şeytan’ın “niçin, belki, amalarıyla” yöneldi. Pişman oldu; tövbesi kabul oldu ama cenneti kaybetti.

Şeytan, bu istikrar ortamının en büyük siyasi ayağıydı. Hz.Âdem ve nesline karşı en büyük golünü attı.

Şeytan lanetlendi, beter kaybetti ama tezini ispat ve ifsat için dilendiği mühlet verildi. Şerdeki gayret ve ısrarla Paralel Yapı’sını yapılandırdı; sunduğu makam;  Şantaj, montaj, tapeleriyle.. her defasında yeniden “bizden biri olarak” hayatımızın bir parçası olmayı başardı.

Meşruiyeti, istikrarı hedef aldı. Habil, “..Ben alemlerin Rabbi olan Allah'tan korkarım” (Maide-28) deyince; siyasi ayağını Kabil üzerinden yürüttü!

Mesele açıktı; Hz. Âdem, sosyal bir varlıktı. Toplum halinde yaşar. Aile olur; köyler, ilçe ve şehirler, devletler kurar. Bu yerleşim birimlerinde; “siyasi ayağın üst aklı olacak şeytanın” aradığı her malzeme vardı. Hak ile batıl, ağlayan ile gülen, aç ile tok, iktidar ile muhalefet, nefret ile sevgi, ceza ile ödül, kalem ile kılıç..”

Bu hengâmede, filler tepişirken otlar ezilir; bir yerler veya birilerinin ciğeri yanarken, birileri de gel keyfim gel’i oynayarak yangından mal kaçırır. Vahyin Topraklarında, mirî mera ve çayırlarımızda otlayan Yahudi Terör rejimi gibi.

Zaman ve zemine göre imkân ve kabiliyetini geliştiren siyasi ayaklar; Pers ve Roma döneminde, saray entrikalarında boy gösterdi. Şantaj ve montajlarla yaman suç ve günahlar işledi.

Mesela siyasi bir ayak olarak Roma’ya baş olan Caligula; sapkınlık yaptı, özel işkenceler geliştirdi. Atını senatör yaparak ona sarayda yer ayırttı. Senatörlerin eşlerini avama kullandırttı. Onurlu generali Practus’u, “çok onurlusun, bu yüzden gerçek bir Romalı olamazsın” diyerek idam ettirdi. Yani güçlü olan, güçten düşmedikçe haklıydı!

Kerbela; Cahiliyede muktedirken, Asr-ı Saadet’le dizginlenip te’dip edilen fanatizmin siyasi ayağının, meşruiyetin ilgasına attığı kanlı bir imzadır. Peygamberin Cumhûrî Sistemini saltanata tebdil eden bu imza, silinmeyecek izler bıraktı. İstişare ve cumhurun iradesine dayanan İslam devlet yapısı, tekçi iradeye dayanan saltanata dönüştürüldü. Daha da vahimi, temel nâslar (Kur’an ve Sünnet..) te’vil edilerek; “kadim tanımlarımız; siyasi düşünce, ilim ve irfanımız” yeniden tanımlandı.

“Halk iradesi ve özgürlükler,” Fransız ihtilaline mal edilir. Halbuki İslam, bunların alasını 1200 yıl öncesinde hayata uygulamış ancak, “İslam’ın bu devlet yapısı, siyasi yönünü, önemsediği halk iradesi..“ nerde? Hangi siyasi ayak bu operasyonu çekti..? Sorgulayamıyoruz bile! İslam tarihi eşittir 1300 yılık sultanlar tarihi olmuş hem de Kur’an’ın hükmü ve Asr-ı Saadet’teki devlet şekline rağmen!  

Haçlı dünyasının mazideki siyasi ayakları, günümüzdeki İslam dünyasının bir tekrarıydı. Örneğin; Avrupa’nın kral ve varisleri, Kanuni’nin siyasi ayağı oluyor; el-ayak öperek himaye istiyorlardı..

Osmanlının son dönemi özelikle de II.Abdulhamit dönemindeki siyasi ayaklar; her karanlıkla işbirliği yapabilen Tanzimat Nesli’ydi. “Bizim çocuklardı” ama emperyalist Batı’nın da siyasi ayağıydılar.  Söyledikleri doğrular dahi Batı’ya yarıyordu.

Abdülhamid’in terör diye sorguladığı bu siyasi ayak; İstanbul ve Ankara’da hükümet olduktan sonra; Hilafetten geriye kalan her şeye ağır cezalar kesti.  Şar’ın, son yüzyıl boyunca boğuştuğu Haçlı Batı’nın şövalyesi kesildi!

Tam da bu yüzdendir işte ey yolcu; beynimiz zonkluyor, başımız dönüyor, gözümüz çift görüyor, gördüğümüzde afallıyoruz..  Kendimizi bulmaya çalıştığımız her alanda bir siyasi ayak buluyoruz. Siyasi ayağı keselim, hiç olmazsa dönüştürelim derken; kendimiz ayaklara düşüp dönüşüyoruz; beter ayakların ayağına düşüyoruz.

Aslında birçok ayak buluyoruz. Masanın ayağını; kedinin, köpeğin, dananın ayağını hatta kuyruğunu buluyoruz. Bu tecrübeyle ‘terörün inine giriyor..” memur, köylü, esnaf, marangöz, cingöz hatta askeri ayağını” buluyoruz amma -gelê gundîyan-  siyasi ayağını bir tüllü bulamıyoruz!

Deli Dumrul’um; siyasi ayağını buluyor gibi oluyor. Karşı mahallede, o sokakta, şu kurumda, ‘ahanda burada..’ deyip “Ol yiğidin canını kurtarayım”  derken, Dumrul’um yalvarıyor:

Eman Azrail eman! Tanrının birliğine yoktur güman! Dağlarımızda bağlarımız olur! Sıkarlar şarabı olur! ..Sarhoştum, ne dediğimi bilemedim! Ben ettim sen eyleme..” diyor.

Derken, azrail(!?); “Bre deli kavat; git; canın yerine bir can bul ki bağışlayalım..”  diyor ve koca Dumrul’um;  ecel terleriyle salavatlarla garibanlara dönüyor!

Anlıyorum; “..ALLAH insanların bir kısmıyla bir kısmını savmasaydı yeryüzü bozulurdu. Fakat ALLAH yaratıklara karşı lütufkârdır”(Bakara-251) fermanını! Aradığımız siyasi ayaklar, -bazen de- Lütf-u İlahî..

Yüreğimiz yetmiyorsa ayrıştırıp germeyeceğiz!  Bilelim ki;  Rıza’dan himmet al, berzahta kalma,/ Serden geçmedinse ummana dalma,/(Adalet..) sözünü ağzına alma,/Demir leblebidir, (sakız..) değildir” wesselam!