“Dünya, Ahiretin tarlasıdır” ve ne ekersen onu da biçersin. Rabbimiz; “Din tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla (küfr ve zulüm) cihad edin” diyor ama tam da bu hengâmede Bediüzzaman’ın vurguladığı bir nokta önem kazanıyor.

Birilerinin oluşturduğu gündeme kapılmamak, gündemini kendi belirlemek; dünyayı, ahiretin tarlası olarak bilip secdelerde hesap verip duadan sonraki sağlam kalelerde hürriyeti hissetmek… Bunların neresindeyiz?

Ah dostum; yeni zaman ve zeminde bizlere çook şeyler oldu! Üniversiteli yıllarımızın tekrarlarındandı:

“ağlamak… ağlamak! Beyin eriyene kadar!

Secdeden kalkmamak alın çürüyene kadar!

Bel bükmek yok nefse bin bir cilve yapsa da;

Ağlamak.. ağlamak; yığın yığın günahlara ağlamak!”

Sanırım bunu ve bunları kaybettik veya bu cephemiz ağır yaralar aldı. Şimdi; Bediüzzaman’ın şu tespitlerinin ne büyük inkılâplar olduğunu görüyor, anlıyor ve Nûrların sayfalarına sığınıyor ve Rabbimin dergah-ı İzzetinden affımı diliyorum. Bibexşîne Cenabê Ustad!

Dünya savaşlarının kızgın gündeminden soruyorlar Üstad’a: 

"Küre-i arzı herc-ü merce getiren ve İslam mukadderatıyla alakadar olan bu dehşetli harb-i umumiden elli gündür hiç sormuyorsun ve merak etmiyorsun. Halbuki bir kısım mütedeyyin ve alim insanlar, cemaati ve camii bırakıp radyo dinlemeye koşuyorlar. Acaba bundan daha büyük bir hadise mi var? Veya onunla meşgul olmanın zararı mı var?" dediler.

Üstad’ın cevabı: “Ömür sermayesi pek azdır. Lüzumlu işler pek çoktur. Birinci noktaya cevab ise: Evet bu cihan harbinden daha büyük bir hadise (var!) ..Müslümanların başına öyle bir hadise ve öyle bir dava açılmış ki; her adam, eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için bilatereddüd sarfedecek. 

İşte o dava …Herkesin, zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile müzeyyen ve baki ve daimi bir MÜLKÜ KAZANMAK VEYA KAYBETMEK DAVASI başına açılmış. 

Eğer İMAN VESİKASINI sağlam elde etmezse kaybedecek!. Ve bu asırda, maddiyyunluk taunuyla çoklar o davasını kaybediyor..” diyor Üstad.

Muhafazakâr basın yayın kuruluşlarındaki kardeşlerime bakıyorum; neredeyse alayı zarfa gelmiş veya asıl davayı yedeğe almış.

Düşünüyorum da Selçukluların son demlerindeki ilim, irfan ve kalem ehlini… Ne büyük, denli tevhit ehli ve birikimli olduklarını görüyor ve hayran kalıyorum.

Zamanın durumu, bu günden de karanlıktı. Anadolu’ya sıkışmış bir avuç Müslüman varlık savaşı veriyor; daha doğrusu veremiyor. Selçuklunun şahsında devlet denen erk boyun eğmiş; yok gibi..

Bir taraftan Bizans İmparatorluğu ve entrikaları, öbür yanda taş üstünde taş bırakmayan Ye’cûc Me’cûc/Moğol istilası; her tarafta başına buyruk beylikler türüyor.

Hasılı tefrika, işgal, başına buyruk Anadolu Beylikleri… Acem ve Arapların durumu da bundan pek farklı değildir.

 Peki ne oldu, kim veya hangi sınıf sebep oldu da Anadolu’da İslam yok olmaktan kurtuldu? Dahası, Osmanlı gibi bir cihan devletini bünyesinde nasıl yeşertti? Olmayan devletin gücünü ve boşluğunu kimler doldurdu acaba?

*Dolandırmadan diyelim; o zamanın birer Üniversitesi, birer inşa ve ihya mektebi görevini gören erenleri ve alperenleri; mirleri, mir-miran(mêrê mêran)’ları bu boşluğu fazlasıyla doldurdu.

Her biri ilim, irfan, hikmet ve adaletin mektebi, sığınağı oldu. Umudu tükenen yaşlıların umutlarını ayet ve hadislerle, menkıbelerle dirilttiler. Orta yaş neslini tevhide, sorumluluğa çağırdılar! Yarınların teminatı olacak genç nesillere değerlerini, “kendini bilmeyi” öğrettiler. Tabi ki önce terbiye sonra da talimi öğrettiler.

Ellerinde ilim, bakışlarında irfan, sarık ve sakallarının içinde iz’an ile iman, alınlarında secde izleri vardı. Gönüllere sinmiş; halkın içine inmişler; talebeleriyle soğan ekmek yemişlerdi! Cennet ve cehennemin kokusunu daha dünyadayken hissederlerdi(!).

Dualarında fi’liyat, nefeslerinde zikrullah, yaşamlarında Resulullah vardı!

Bu dünya onlara dardı; bir anda Hint’teki, Çin’deki, Hicaz, Afrikalardaki, Endülüs’teki.. “tekbirleri, feryatları..” duyarlardı(!).

Modernizmin kirlettiği zamanımızda mana; ilim irfan mimarları yetişmiyor… İbn-i Arabi, Hacı Bektaş, Hacı Bayram, Mevlana, Rabbani, Farabi, Hazm, Rüşt’ler bu çağda da yetiştirebilmeliydik!

Nobel ödüllerini alanlarımız; Mısır’da Necip Mahfuz; Türkiye’de Orhan Pamuk oluyor ki bunlar da Haçlının emperyalist kültürüne hitaba borçludurlar.

O zaman ırk ve meşreplerin ötelerindeki “Mü’minler, ancak kardeşti!”

Ne yapıyoruz? Zaten dermanı olamayacağımız masrafsız, bedelsiz öteleri kurtaran kahramanlıklar yapıyoruz. Aile yapımız işgal altında, bir nesil gözlerimizin önünde mum gibi eriyor. Modernizmin fırtınaları maziyi, değerlerimizi silindir gibi eziyorken; bu çağa hitap edebilecek, zihinlere şifa verebilecek mazideki ilim irfan deryalarını yetiştirmemiz lazım ama dert bunların da ötesinde.. Mankurtluğu bırakıp; şeref, izzeti ve dahi dermanımızı, değerlerimizde aramalıyız.

Derman aradım derdime; derdim bana derman imiş!

Dostu aradım gurbette; O, can içinde can imiş!” Wesselam.