Olaylara “Fransız kalmak” eski dünyaya ait bir deyim ise, “Bahar” sonrası yenidünyanın favori deyimi de herhalde “Suriye`ye Türk kalmak” olmalıdır.
“Fransız kalmak”, politik tutumda vurdumduymazlığın, anlayamamanın karşılığı ise; “Türk kalmak” da ilkelerin değil, saptırma ve agresif duyguların hakim olduğu politik tutumun karşılığı olacaktır. (Yanlış anlaşılmasın, “Fransız kalmak” Fransızlara hakaret anlamını içermediği gibi; “Türk kalmak” da Türklere hakaret olarak anlaşılmamalıdır.)
Türkiye`nin Suriye politikasında aldığı tavır, ne pahasına olursa olsun Esad yönetiminin devrilmesi ve Suriye içerisindeki reel muhalefet dinamiklerine karşın güdümlü/dış destekli/devşirme/Made ın USA patentli ucube unsurların iktidarı devralması prensibi üzerine kuruludur.
Evvela; Değişim ve köklü reform istekleriyle beraber dış müdahaleye karşı duruş sergileyen içerdeki sahici muhalefete rağmen Suriye sahasında doğru dürüst bir karşılığı bile olmayan ve tamamen dış müdahaleyle iktidar koltuğuna paraşütle inmek gibi “mucizevi” beklentiler peşinde koşan güdümlü/dış destekli unsurlar üzerinden hareket etmesi, Türkiye`nin en temel yanılgısı olmuştur.
İçerde ise, farklı siyasal/toplumsal katmanların desteğini almak, daha doğrusu kamuoyunu motorize etmek uğruna her gün farklı bir “Esad`a uyarı” tonuyla sesini yükseltmesi, tehlikeli sonuçlara yol açsa da önemli ölçüde Suriye politikasındaki asıl niyetini gizleme güdüsünden kaynaklanmıştır.
Türkiye, “Esad gitmeli” tezini savunmaya iten asıl politik nedeni ya da nedenler bütününü artık bir arada söyleyebilmelidir.
Türkiye, gerçekte Esad yönetiminin hangi nedene ya da nedenlere bağlı olarak gitmesinin ana savunucu ülkesi durumuna düşüyor? Bu nedenlerden kaç tanesi ABD-NATO ortak arzularını teğet geçen Türkiye`ye özgü nedenlerdir? “Esad gitmeli” argümanına dayandırılan ve temelde farklı seslerden oluşan kamuoyunun motorize edilmesinin hedeflendiği suçlamalar dizisinin bölge halklarının maslahatına uygunluğunu hesaba katmakta mıdır? Gelinen noktada “Esad karşıtlığı” rüzgârının Kürt meselesi ile ilgisi ne orandadır?
Bu doğrultuda sıralanan gerekçelerin her biri “Acaba?” dedirtmekten kurtulamamaktadır.
Esad yönetiminin katliamları ve göç, meseleyi insani boyuta indirgemektedir. Nitekim resmi ağızların en fazla vurgu yaptığı temel argümanlardandır. Bu vurgu, kamuoyunun insani duygularını ister istemez harekete geçirmektedir. Ancak bunun, bölge ve bölge dışı güçlerle beraber Türkiye`nin, haklı protestoları terörize etme pahasına muhalifleri silahlandırarak sahaya sürme politikasının da etkisiyle oluşan bir “Sonuç” olduğunu da unutmamak gerekir. Kaldı ki, katliam olgusu, İslam dünyasının en asli sorunlarından bir tanesidir. Düne kadar Irak`taki manzaraları görmezden gelsek bile, katliamlar diyarı Afganistan`da işgalci safında asker bulundurmayı meşru gösterme çabalarına karşın Esad`ın katliamlarını müdahale gerekçesine indirgemek, samimiyet testini zorunlu kılmaktadır.
Gerekçelerden bir tanesi de var ki evlere şenliktir. Esad yönetiminin “Alevili-Nusayriliği” meselesi, diğer bazı söylemler gibi farklı toplumsal katmanlardan “Mezhepsel duyguları” dinsel duygularla yarıştırmaktan hoşlanma geleneğine sahip kesimleri motorize etmeyi hedef alan kadim geleneğe sahip bir ince stratejiyi esas almaktadır.
Bazı kesimlerin “mezhebe dayalı ayrıcalık” bilincine “hayranlık” duymamak elde değildir! Öyle bir bilinç ki, gerekirse Hristiyan ABD, kutsal Haçlı/NATO ittifakının dinsel hassasiyetlerini dahi sorgulama gereği duymadan katliamları Esad ve benzerlerinin “Alevi” kimliğinde aramak “mezhebi bilinç” hobisi olmaya başlamıştır. Arada adeta kimyasal bir bağ kurarak “Şii İran, Şii Irak, Şii Hizbullah” ile katliam kardeşliği peydahlamak ve bölgeyi saran bir Şii-Alevi ahtapot portresi çizmek, herhalde bazı kesimlerin motoruna “10 numara” yağ koymak kadar etkili bir durum olmaya başlamıştır.
Saddam da bir katildi, katliamcıydı. Geleneksel aidiyet açısından da “Sünni” idi. Ancak aklı başında hiç kimse Saddam`ın katliamcı kimliğini “Sünni”liğe terfi ettirme yoluna gitmedi. Çünkü Baasçı kimliği Sünnilik kimliğini ezip geçmişti. Tıpkı Esad ailesinin Baasçı kimliğinin “Alevilik” kimliğini ezip geçtiği gibi.
Elbette Esad-Baas yönetiminin katliam geleneği vardır ve adeta genetik bir hastalık durumundadır. Şartlar oluştuğunda katliam genleri de harekete geçmektedir. Ancak bunu “Alevilik”le açıklamak sadece gerçekleri manipüle etmek değil, aynı zamanda “mezhebe dayalı ayrıcalıklı bilinç” tayfasını da agresif devlet politikasına alet etmektir.
Tabii ki katliamlarda Esad`ın “Aleviliğini” ön plana çıkaran derin stratejik akıl, aslında ABD-İsrail ortak yapımı olan bölgesel bazdaki direniş hattını kırma tiyatrosunda bunu bir yanılsama aracı olarak kullanmayı hedeflemektedir.
Öyle bir tablo çiziliyor ki, katliamlarda aslan payı çoğu zaman Esad yönetiminden alınıp İran ve Hizbullah`a havale edilmektedir. İran ve Hizbullah arasında kalan Suriye`ye iki tarafın da önem atfettiği doğrudur. Stratejik öngörüleri onları aynı siyasi çizgide buluşturmuştur. Tıpkı bugün Suriye yönetiminin baş düşmanı haline gelen Türkiye`nin, Arap âlemine açılmak için Esad`la sarmaş dolaş olmayı stratejik bir araç olarak kullanırken katliamcı kimliğini görmezden gelmesi gibi.
Ancak Esad yönetiminin katliamlar yapma pahasına iktidarda kalmayı İran faktörüne bağlamak tamamen stratejik bir efsanedir. Suriye sahasında muhalif geçinenlerin her biri ayrı telden çalıyor. Onlara destek vadeden ülkelerin her biri ayrı bir telden çalarak bir türlü kendi aralarında anlaşamıyorlar. Ama katliamların faturası “Şii İran”a kesiliyor. Hangi güç Esad`ın katliamlarına müdahale etti de İran kolundan tutup engelledi? Hangi muhalefet kendi arasında organize olup Esad`ı devirme yoluna gitti de Hizbullah fiili müdahalede bulundu?
Kaldı ki İran ve Hizbullah`ın, tıpkı Suriye içerisindeki muhalefet gibi dış müdahale karşıtlığına paralel olarak çatışmaların durması ve halkın isteklerinin karşılanacağı köklü reformların yapılması noktasında defalarca açıklamaları olmuştur.
Bazıları diyecek ki, bu tamamen bir aldatmacadır, Acem oyunudur. Olabilir. Ancak İran`ın bu tutumunun testten geçmeye ihtiyacı yok mudur? Denenme şansı bile verilmeyen söylemlere binaen farklı aktörlerin söylemlerini mahkum edip bunu mezhepsel dayanışmanın sonucuna bağlamak, ancak mezhepsel ayrıcalığı derin stratejilere peşkeş çekmektir. Elbette İran`ın da bir devlet politikası vardır ve kimi boyutlarıyla eleştirilmeye de muhtaçtır. Ancak patenti Arap kralcıklarına ait ucuz söylemlerle her meseleyi “mezhepsel” zemine çekmenin de bir anlamı yoktur. Bunu yapmak tamamen fitne politikalarına alet olmaktır. Kaldı ki her şeye rağmen Şiilik adına mezhepsel fitneye alet olmak, Sünnilik adına fitne yapmayı da mubah kılmamaktadır.
Gelelim en önemli “Esad gitmeli” tezine. Bu tez, resmi devlet anlayışının Kürt paranoyasının ürünü olarak belirmektedir. Bunu, Irak`ta ağzı yanan Türkiye`nin, Suriye`de yoğurdu üfleyerek yeme çabası olarak da değerlendirmek mümkündür.
Suriye değerlendirmesinin Kürt ayağında şu yatmaktadır: “Irak işgaline bigane kaldık, özerk Kürt devleti kuruldu. Suriye`de ise işi şansa bırakmamak elzemdir.”
Bu tez, Suriye`deki olası değişimde pandoranın kutusunun açılması, bunun da farklı özerk bölgelerin oluşmasına yol açacağı öngörüsüne dayanmaktadır. Irak`tan sonra Suriye`de de oluşabilecek bir özerk Kürt bölgesi, Türkiye Kürtleri üzerindeki etkiyi iki katına çıkaracaktır. Dolayısıyla Suriye`de olası değişim hareketlerinde pasif kalmak yerine “oyun kuruculuğa” soyunmak ve değişime yön tayin etmek, Ankara`nın Suriye stratejisinin temelini oluşturmaktadır.
Tüm çabalar sonucunda BM`den Suriye`ye müdahale kararının çıkarılmasında yaşanan başarısızlık, başta ABD olmak üzere diğer tüm aktörler için Suriye meselesi öncelikli olmaktan neredeyse çıktı. Daha önce başka ülkeler Türkiye`yi Suriye`de “Koçbaşı” olarak kullanma planları kurarken, bugün Türkiye, gönüllü “Koçbaşı”lığa soyunmuş ancak bu kez de sponsor bulamamanın zorluğuna düşmüştür. Diğer ülkeler, deneme aşamalarından sonra güdümlü muhalefetin aslında kağıttan kaplanlar olduklarını anladı. Olası bir dış müdahalenin de bölgesel bazda tetikleyebileceği siyasi/askeri hareketlenmenin kontrol edilemeyebileceği kanaatine vardı. “Kontrollü kaos” stratejisinin kontrolden çıkabileceği kanaati hasıl oldu. Ancak diğer ülkeler Suriye hassasiyetlerini soğumaya terk ettikçe Türkiye`nin tutumu daha da agresif bir hal almaya başladı. Muhalif unsurlar, “İyi çocuklar” oldukları yönünde ABD katında bir kanaat oluşturmak için Pendik`te günlerdir “İttifak kuluçkasına” oturtulmuş vaziyetteler. Pendik kuluçkasından ne tür civcivler çıkacağını göreceğiz ama çıkacak civcivlerin mutlaka 1 Nisan`da İstanbul`da yapılacak “Dostlar alışverişte görsün” zirvesinde rüşdlerini ispat etmeleri istenmektedir.
Seul`deki Nükleer Güvenlik zirvesinin Türkiye için asıl önemli gündem maddesini “nükleersiz Suriye” oluşturdu. Suriye rejiminin gitmesine dönük aciliyet baş aktörlerin ilgisine sunuldu. Ancak Obama`nın cevabı “No… Im sorry!” oldu. Kaldı ki başta ABD olmak üzere diğer tüm ağır toplar, Annan planı denen ve temelde Rus-Çin-İran tezini barındıran, çatışmaların bitmesine dönük plana destek açıklamalarını yapmışken Türkiye`nin, alternatif müdahalecilik geliştirme adına “Suriye`nin Dostları”na oynama çabası, ancak milli reflekslerin Kürt karşıtı aşırı şiddetiyle açıklanabilir. Nitekim Seul zirvesi ve sonrasında Kürt karşıtı yeni “Ulusalcı-muhafazakâr” çizgideki medya duayenlerinin bu refleksi öne çekerek hükümetin Suriye hamlesini bu temel üzerinden savunmaya başlaması, belki de Suriye karşıtlığı meselesinde taşların yerine oturmasına vesile olacaktır.
Denebilir ki, Türkiye, tıpkı sair ülkeler gibi kendi güvenliğini önceleme hakkına sahip değil midir? Suriye ile şu kadar sınırımız vardır. Üstelik Esad, Kürt kartını oynamaya, PKK kartını sahaya sürmeye başlamışken Türkiye sessiz mi kalsın?
Haklı ya da haksız, her devlet tabii ki kendi güvenlik politikasını oluşturup önceleme hakkına sahiptir. Türkiye`nin yeni bir Kürt hareketlenmesi ya da PKK`nin Suriye sahasında insiyatif kazanmasına vereceği reaksiyon da bir ölçüde anlaşılabilir. O halde içerdeki Kürtleri teskin tutma adına bu söylemleri arka plana atarak Suriye üzerinden mezhepçilik, bölgecilik, insancıllık gibi çakma rollere soyunmanın ne âlemi vardır? Siyasal katmanları motorize etmek adına tehlikeli söylemlerle haklı pozisyona terfi etme mücadelesinin yan etkilerinin bölgesel yansımalarının “milli çıkarları” da zedeleyecek bir öfke patlamasına seyirci kalmanın faturası hesaplanmadı mı?
Ya da, Türk makamları, kendi milli çıkarlarını gerekçe göstererek “Gulyonculuk” kartını ortaya koyarken, Esad yönetiminin de kendi “milli çıkarları” adına Türkiye`nin yumuşak karnına dokunup gıdıklamayacağı garantisini nereden aldılar?
Daha da önemlisi, PKK`nin etkin olacağı bir özerk yapının oluşmamasının yolunun Suriye`ye dönük bir askeri müdahaleden geçtiğinin garantisi var mıdır? Batılı aktörler bile bugünkü haliyle olası bir Suriye müdahalesinin tetikleyeceği hareketliliğin sınırlarını kestiremediği için buna yanaşmaz iken, Türkiye sadece “Stratejik derinlik” tezleriyle bunun üstesinden nasıl gelecektir?
Hem gelinen noktada Suriye meselesinin bölge ülkeleri arasında yol açtığı güvensizlik, mezhep düzleminde derinleşmeye başlayan düşmanlık, İslami kesimlerin meseleye farklı bakışlarından doğmaya başlayan çekişmeler, Suriye`deki iç çatışma süreciyle birlikte değerlendirildiğinde Batı`nın bölgede tesis etmeyi hedeflediği arzuları zaten büyük oranda gerçekleşmemiş midir?
Bunca çelişki, bunca karşılıklı suçlama, bunca köklü ihtilaf ve tüm bunları fitneye dönüştüren ortamın sürekliliği için iç çatışmalarla kanın akması… Batı bu fırsatı yakalamışken neden müdahale etsin ki?
Bu durumda Batı`nın Suriye`ye “Fransız kalması” vurdumduymazlıkla açıklanabilir mi? Demek ki bazen yaşananlara “Fransız kalmak” Batı`nın stratejik tercihiymiş! “Türk kalmak” gibi duygusal/agresif değil yani!..