Hatırlarsınız, Başbakan Erdoğan`ın Libya`ya NATO müdahalesi söz konusu edildiğinde verdiği sert ve haklı tepkiyi.

O zamana kadar Türk dış politikası bölgesel sorunlarda uzlaşı ve aktörler arasında “arabuluculuk” rolü üzerine kuruluydu. En azından sorunların çözümünde “arabuluculuk” rolü, en fazla vurgu yapılan bir dış politika enstrümanıydı.

Oysa çok geçmeden Türkiye Libya`ya yapılan NATO müdahalesinin öncü ülkesi durumuna yükseldi. Gerçi bu ani tavır değişikliği, başta Fransa olmak üzere diğer saldırgan batılı aktörlerin kendi başına buyruk hareket etmelerini engelleme girişimi olarak değerlendirilerek mazur gösterilmeye çalışıldı. Ama bugün için Suriye meselesinde yeniden dış müdahaleye vurgu yapan, hatta gerektiğinde Türkiye`nin vereceği olası “katkı”dan dem vurulan bir noktaya gelinmesi, bölge dışı aktörlerin Suriye`ye müdahalede isteksiz davranmalarına rağmen düşünüldüğünde, dış politikadaki savrulmanın boyutunu daha iyi açığa çıkarmış oluyor.

Dışişleri Bakanlığına Davutoğlu`nun getirilmesinden sonra yüksek sesle dillendirilen bölgesel meselelerde “arabuluculuk” rolü ve bu yönde atılan adımlar, özellikle sorunlarla boğuşan Orta Doğu bölgesindeki Arap/İslam dünyasında fazlasıyla yankı buldu. Bölge meselelerinin bölge dışı aktörlerin müdahale aracına dönüştürülmesi geleneğinden muzdarip olan bölge halklarının en ciddi beklentilerinden bir tanesi de, sorunların yabancı güçler tarafından manipüle edilerek çatışma ve nihayetinde işgallerle daha da içinden çıkılmaz hale getirilmesiydi. Bu nedenle sorunların samimi arabuluculuk girişimleriyle ve bölgenin kendi öz dinamikleriyle çözülmesi gerektiğine yönelik Türkiye`nin söylem ve çabaları, halkların gözünde Türkiye`yi hiç olmadığı kadar popüler bir ülke haline getirdi.

Arap dünyasında bir anda fırtınaya dönüşen Erdoğan rüzgarı, genel olarak bölge meselelerinin çözümüne dönük aktif diplomasi, Filistin meselesine dönük olumlu mesajlar ve halkların özgürlük istemlerine yapılan vurgularda gizliydi.

“Eksen kayması” suçlamalarına karşın İran ile Batı arasındaki gerginlikte takınılan tavır, Filistin meselesi üzerinden israil`e yüklenme durumu, İslam ülkeleriyle ortak işbirliği çalışmaları, serbest bölge anlaşmalarıyla bir tür “birlik” ruhunun canlanacağına dönük temenniler, Batı bloğuna rağmen Türk dış politikasının özgün çalışmaları olarak değerlendirilerek hükümetin başarı hanesine yazılıyordu. Özellikle israil politikalarına olan itiraz, neredeyse her gün israil şeflerine dönük sert ve uyarıcı açıklamalar artık siyasi mesajların vazgeçilmez klasikleri arasına girmesi ayrı bir haz oluşturuyordu. Tüm bu çabalar, israil ve Batılı çevrelerin muhalefet seslerine rağmen deyim yerindeyse “Kurban olduğum Allah verdikçe veriyordu.” Türkiye, özellikle Arap kamuoyu tarafından adeta ayakta alkışlanır hale geliyordu.

Ancak dün ile bugün arasında ne değiştiyse, hangi şartlar bunu gerektirdiyse Türkiye bir anda hem söylem hem de eylem değişikliğine yönelmeye başladı. “Arabulucu” olarak tanıtım faaliyetlerini yürütürken bir sabah aniden “Oyun kurucu” kimliğiyle bölgenin baş ucunda beliriverdi. Henüz kendi iç meselelerindeki yapısal sorunları nihai bir çözüme kavuşturamamış bir Türkiye gerçekliği ortadayken bölgesel hatta küresel aktörlük ilan eden, arabuluculuktan “oyun kuruculuğa” yönelen bir pozisyon alması, ister istemez geçmişte puan toplayan arabuluculuk, bunun sonucu olarak oluşan “komşularla sıfır sorun”dan “sorunsuz sıfır komşu” gerçekliğine yönelinmesi gibi garip bir durumu ortaya koydu.

Suriye ile yaşanılan “Balayı” dönemi, komşularla “sıfır sorun” ilkesinin sembolü olmuştu. Ancak Suriye`ye sıçrayan, belki de sıçratılan “bahar havası” sonrası Türkiye`nin takındığı tavır, aynı şekilde sıfır sorun ilkesinin yıkılışının da sembolü oldu. Suriye`ye dönük tersine dönen tavır Esad rejiminin yaptığı baskılarla haklı gösterilmeye çalışıldı. Esad yönetimine karşı ani ve sert tavır değişikliği, salt Suriye özelinde ve bölgedeki mikro siyasi göstergelerinde belki bir anlam ifade edebilirdi. Ancak bölgesel dizayn çabalarının önemli bir halkası olarak makro dengeler içerisinde düşünüldüğünde yaşanılan ani tavır değişikliği, en az aktörlükteki pozisyon değişikliği kadar soru işaretleriyle dolu bir hal almaktadır. Evvela Suriye halkının komşuluk ve tarihi ve kültürel bağları gerekçe gösterilerek müdahil olma görevinin altı doldurulmaya çalışıldı. Oysa gelinen son noktada Körfez İşbirliği Ülkeleri denen Amerika`nın tescilli işbirlikçi emirliklerinin meseleyi BM`ye taşıyarak dış müdahaleye davetiye çıkarma çabalarına açık destek verilmesi, asla özgün bir politik çıkarımın ürünü değildir.

Arap Birliği temsilcilerine yeniden süre verilmesinden sonra süre uzatımına karşı çıkan ve bir an önce BM çatısı altında bir işgal harekatının düzenlenmesine davetiye çıkaran malum ülkelerin tutumları ortadayken eş zamanlı olarak Dışişleri Bakanı Davutoğlu`nun El Arabiyye kanalına verdiği mülakat, bölge meselelerinin bölge dışı güçlere emanet edildiği eski dönemlere geri dönüşün fotoğrafı niteliğindeydi.

Davutoğlu özetle “Eğer rejim protestocuları öldürmeye devam ederse bu bir Türkiye meselesi olmaktan çıkıp uluslararası bir mesele haline gelir. O zaman da bir Birleşmiş Milletler müdahalesi gerekir. Eğer Arap Birliği inisiyatifi başarısız olur, cinayetler sürerse Türkiye, Suriye`ye müdahale öngören BM kararını desteklemek konusunda tereddüt etmeyecektir” diyordu. Daha birkaç ay önce protestocuların öldürülmesi meselesinin Türkiye`nin sorunu olduğu noktasında bir sürü açıklama yapılmışken, ne oldu da bu sorun bir anda dış müdahaleye, yani işgale gerekçe teşkil edecek şekilde BM`nin sorununa dönüşüverdi? Elbette bu noktaya gelinmesinde Suriye meselesinde takındığı aceleci tavrından dolayı boşluğa düşmenin verdiği agresifliğin de payı az değilse de çizilen geniş senaryoda oynanan değişken taktiklerin boyutunu görmek pekala mümkündür.

Savrulma tabii ki sadece Suriye ile sınırlı değildir. Son süreçte Irak`la yaşanılan garip bir düello almış başını gidiyor. Irak`ta sonu nereye varacağı kestirilemeyen bir siyasi kriz yaşanıyor. Tecrübeler göstermiştir ki Iraklı gruplar arasında taraf tutarak, belli bir grubu destekleyip diğer grupların kuyusunu kazarak çözümde rol almak mümkün değildir. Bazı gruplar lehine çalışma yürütebilirsiniz. Ama farklı grupları, hele ağırlığı en fazla olan grupları karşınıza alarak asla siyasi çözümün tarafı olamazsınız. Eğer öyle olsaydı, İran`ın Irak politikası başarı getirmez; Arap ülkelerinin Irak hezimeti de tescillenmezdi.

Irak`ta belki siyasi, belki de hukuki nedenlerden dolayı yönetim kademesinde sorunlar yaşanıyor. Sorunları çözmek ise, güvensizlik yaşayan grupların güvenini sağlamaktan geçiyor. Oysa Türkiye, sonuçları felaket olabilecek mezhepsel meseleler üzerinden Irak iç sorunlarına müdahil olmanın yollarını zorluyor ve bu yolla etki kurmaya çalışıyor. Bu durum da ister istemez reaksiyon ve karşılıklı restleşmenin kapısını aralıyor.

Son grup toplantısında Başbakan`ın Maliki hükümetine dönük sert çıkışının yanı sıra suçlamalarını mezhepsel ayrılıklar üzerine kurması, Türk dış politikasındaki alışılmışın hayli uzağına düşüyordu. Başbakan`ın şu sözlerine dikkat edin: “Maliki`nin şunu bilmesi gerekirdi. Siz mezhep kavgası içinde eğer Irak`ta böyle bir çatışma sürecini başlatırsanız, bizim buna sessiz kalmamız mümkün değil” Bu sözler, Maliki hükümetini yeniden tepki vermeye  itti. Son siyasi kriz sürecinden hemen sonra Şii bölgelerinde yeniden bombalar patlamaya başladı. Yüzlerce kişi öldü. Bu tür saldırılar, yaşanılan her kriz sonrası tekrarlanan saldırılardır. Bellidir ki birileri, bu tür terör saldırılarını bir baskı aracı olarak kullanmayı alışkanlık haline getirmiş bulunuyor.

Başbakan`ın “Siz mezhep kavgası içinde eğer Irak`ta böyle bir çatışma sürecini başlatırsanız, bizim buna sessiz kalmamız mümkün değil” sözünden sonra Maliki hükümeti kalkıp da bu saldırıların arkasında doğrudan Türkiye`nin desteği var derse, acaba Türkiye`de bu suçlama nasıl karşılanır?

Kaldı ki ‘ulus devlet` anlayışının hüküm sürdüğü bir ülkenin, sıhhat derecesi tartışmalı mezhepsel zemin üzerinden mesaj verip “Buna sessiz kalamayız” açıklamasında bulunması, acaba hangi bölgesel maslahatla izah edilebilir?

Ne Irak`ta yaşanan vahşi işgalin Suriye gibi başka bir ülkede yaşanmasına ön ayak olunması, ne de işgal travmasını henüz üzerinden atamamış Irak`taki acemi siyasi yapıya çokça hassas olan mezhep zemini üzerinden müdahil olmaya kalkışılması hiç de akıl karı gibi gözükmemektedir. Bu tür davranışlar, neshedilen “arabuluculuk” ilkesiyle de, “oyun kuruculuk” ülküsüyle de hiç ama hiç bağdaşmamaktadır.

“Arabuluculuk” ilkesi başarıyla yürütüldü ve bunun meyvesi olarak da popülarite yükseldi. Ancak kendi iç siyasi dengelerinde henüz dört dörtlük bir “oyun kuruculuğu” yakalayamamış bir Türkiye`nin bölgeye, hatta dünyaya nizamat verme anlamına gelen “oyun kurma” hayali, belki ağır kaçar ama, aynı hayal peşinde koşan eski ittihatçıları, Enver Paşaların ütopyalarını akıllara getirmektedir.