Andıç`ın azmettiricisi sıfatıyla aylardır suçlanan Genelkurmay eski Başkanı Başbuğ`un sanık sıfatıyla dava dosyasına girmesi, hiç kimsenin dokunulamaz olmadığı yönünde oluşan mesaj açısından önemlidir. Ancak tutuklanması ile yeniden tartışılmaya başlanan tutukluluk meselesi ya da “yargının bağımsızlığı” konusu, kolayca Türkiye`nin gündeminden çıkmayacak gibi görünüyor.

Yargı sisteminin yanlılığı ya da bir takım siyasal-ideolojik saplantılar içerisinde olduğunun ölçüsü, tabii ki belli bir kesime dönük özel uygulamasıyla ölçülebilir bir durum değildir. Yargı sisteminde aşağı yukarı toplumsal kesimlerin tümünün de şikayetçi olduğu gerçeği göz önüne alınırsa, gerçekten de adalet dağıtması gereken mevzubahis kurumun, bu pozisyondan uzak olduğu da herkesçe kabul gören ortak görüştür.

Lakin yargıdan zaman zaman sadır olan yanlılık, çifte standart, ne yazık ki yargıdan şikayetçi olup gerektiğinde ortalığı velveleye verenlerin de ortak sorunudur. Siyaset kurumundan bürokrasisine, farklı siyasi yapılanmalardan medyasına varıncaya kadar geniş bir yelpazede ideolojik-siyasi bakış açısı, yanlılık ve tarafgirlik hakim olunca bunun yargı sistemine yansıması da kaçınılmaz olmaktadır.

İdeolojik anlamda rakip ya da “tehlikeli” görülen kesimlere dönük uyduruk gerekçeli operasyonlarda polise methiyeler dizen, akabinde verilen ultra cezalara alkış tutup “Adalet yerini buldu!” demeye getirenlerin Ergenekon ya da KCK operasyonları karşısında feryad edip hukuk arayışına girmelerinin oluşturduğu tablo, en az yargı kararları kadar çelişkili bir durumdur.

Uzun tutukluluk sürelerinden şikayet edip yargının çivisini çıkaranların geçen sene şu vakitlerde on yıllık yargı sürecine karşın dosyaları sonuçlanmayan Hizbullah sanıklarının tahliyesine gösterdikleri bağnaz tepkiler göz önüne alındığında, Başbuğ üzerinden sergiledikleri münafıkça tutumun ikiyüzlülüklerini teşhir etmekten başka bir şey ortaya koymadığı daha net anlaşılabilmektedir.

Yine Hizbullah tahliyeleri karşısında gösterdikleri reaksiyonla AKP hükümetini ürken fincancı katırlarına dönüştürüp polisin sivil kurumlara yönelmesiyle rahatlama hissedenlerin, bugün için Başbuğ üzerinden fırtına koparmaları, boşboğazlıktan başka bir anlam taşımamaktadır.

Elazığ İhya-Der örneğinde olduğu gibi, bir derneği başlı başına bir örgüt, üye ve yöneticilerini de örgüt üyesi ve yöneticisi diye cezalandıran yargı sistemini kutsayanların, bugün Silivri`yi toplama kampına benzeterek Hitler Almanyası`na gönderme yapmaları, ancak siyaset maskaralığıyla açıklanabilecek bir tablodur.

Yargı sisteminin ortaya koyduğu genel tutum, bariz bir şekilde modern engizisyon dönemini çağrıştırdığı ortadadır. Ancak modern engizisyonculuk işlevi, yargı kurumunun yeni bir uygulaması olmadığı gibi, AKP hükümetiyle de başlamış bir vaziyet arz etmemektedir.

Daha dün gibi insanların belleğinde tazeliğini koruyan 28 Şubat döneminin yargı infazlarının oluşturduğu devasa mağduriyetler halen giderilemediği gibi, hesap da sorulamamıştır. Genelkurmay salonlarında hizaya geçip brifinglerden edindikleri “engin hukuk deneyimlerini” Paşa edasıyla mahkeme salonlarına taşıyan cübbeli zevata gönül bağlayanlar, bugün yargıyı ona buna yardakçılık yapmakla suçlamalarının ciddiyeti, en az şaibeli yargı kararları kadar tartışmalıdır.
Dolayısıyla haksızlığa, hukuksuzluğa karşı çıkış, ilkesel olmaktan çıkarak yandaş kayırmacılığına dönüştürülmeden sergilenmelidir. Başkasına dokunan yargı iyidir havasına yatanların günü geldiğinde aynı silahla vurulacakları gerçeği artık defalarca test edilip onaylanmış durumdadır. Bundan ders çıkarması gerekenler de bugün için dizginleri ellerinde tutanlar olmalıdır.

Evet, bugünün yargı sistemi tartışmalıdır, verilen bir çok karar şaibe altında kalmaktadır. Tıpkı dünün yargı sistemi gibi. Türkiye`de yeni dönemle beraber bir çok şey değişti. Hayal bile edilemeyen gelişmeler, iyileşmeler yaşandı. Yaşanan bir çok gelişmenin farklı siyasi yelpazelerde garip nitelemelerle karşılık bulması ise tamamen ideolojik bağnazlığın oluşturduğu reflekslerin tezahürüdür. Ancak bir takım düzenlemelere karşın yargı sisteminin zihinsel yapısının hala ters istikamette çalışıyor olması, yaşanan olumlu gelişmelerin önündeki en önemli handikaptır.

Bu handikapları çözmek de yine hükümetin başlıca görevidir. Hükümet, yargının özellikle hantal yapısıyla fazlaca ilgilenmekte, ancak bulduğu çözüm yolu da farklı sorunlara yol açmaktadır. Yargılama süreleriyle beraber yaşanan tartışmalarda bulunan çözüm, yüksek yargıda birikmiş dosyaların eritilmesi üzerine odaklanma olmuştur. Hükümet yetkilileri, her fırsatta fazla hakim atadıklarını, dosyaların hızla sonuçlandırıldığını, birikmiş dosyaların bir-iki yıl içinde eritileceğini açıklamaktadırlar.

Dosyaların hızla sonuçlandırıldığı artık ortadadır. Ama öyle bir hız ki, deyim yerindeyse “Gelene beş, gidene beş!” taktiği ile bu hız alınmaktadır. Bunun sanıklara yansıması ise tam bir dram, hatta felaket şeklinde olmaktadır. Hız tutkusuyla yargıya yaklaşan hükümet, bir de hızdan muzdarip olmuş mağdurların sesine kulak verebilme zahmetine katlanabilseydi, kaş yapayım derken gözlerin nasıl devşirildiğini belki görme olanağına sahip olacaktı.  

Hiç şüpheniz olmasın, yarın Ergenekon dosyaları yerel mahkemelerde sonuçlanıp aynı hızla yüksek yargının onayından geçtiğinde, bugün için yargının hızına ses çıkaramayanlar yeni bir ikiyüzlülük örneği sergileyecek ve dosyaların okunmadan, ciddi bir muhakeme sürecinden geçirilmeden karara bağlandığını söyleyip yeni bir tartışma zemini oluşturacaklardır.