Bir garip soruşturmalar zinciridir, almış başını gidiyor. Mağdur israil; sanık sandalyesine oturtulanlar ise İslami hassasiyetleriyle öne çıkan STK`lar.

Dünyanın hiçbir yerinde “Kahrolsun israil! Kahrolsun siyonizm” sloganlarının eksik olmadığı bir siyasi konjonktürde Türkiye`de adeta “Anti semitizm” hukuku uygulanıyor. Türkiye`de Başbakan`dan tutun da Cumhurbaşkanı`na kadar israil karşıtlığı üzerinden çıkış yapmayan hiç kimse kalmadığı halde İslami STK`lar aleyhine açılan siyonizm tandanslı soruşturmalar başlıca iki ihtimali ön plana çıkarıyor.
 
İlk etapta, light düzleme çekilemeyen kesimlere, STK`lara, farklı kurum ve kişilere gözdağı verildiği gibi pratik bir sonuç kendini ifşa ediveriyor. Türkiye`nin ‘Doğu`suna sarkan ve müthiş cezalarla sonuçlanan farklı soruşturma-kovuşturma süreçlerine bakıldığında bu durum kendini ele veriyor.
 
Gazze saldırısı esnasında tüm Türkiye ayağa kalkıyor. siyonist saldırganlığa lanet yağdırmayan Allah`ın bir tek kulu kalmıyor. Ama gıyabi cenaze namazından dolayı Kızıltepe Mustazaf-Der yetkilileri hakkında, ceza ile sonuçlanan bir soruşturma süreci başlatılıyor.
 
Elazığ İhya-Der hakkında taze imalat ürünü “delillerle” açılan davada kermes düzenlemekten başka hiçbir suçu olmayan biri yaşlı, biri sakat iki bayanın da aralarında bulunduğu 15 kişiye toplam 150 yıllık bir ceza öngörülüyor. Gerekçelerinin çoğu ise Filistin meselesi ve siyonizmi tel`in etkinliklerinden oluşuyor.
 
İstanbul`da geçen sene “Tahliyeler bahane; operasyonlar şahane” mantığıyla yürütülen operasyonların yüzlerce gerekçesi arasında aslan payını alan, yine israil karşıtı etkinlikler oluveriyor.
 
‘Hizbullah` etiketi bahane edilerek linç operasyonlarına tabi tutulan STK`ların düşürüldüğü durum için, “Doğu`da mevzi kazanmaya dönük belli çevrelerin gayri insani tutumu” diyebilirsiniz. Ama sakın ola ki, birileri çıkıp da bunu “eski düzen” kalıntılarının marifetleri hanesine yazma becerisini konuşturmaya kalkışmasın!
 
STK`lar hakkındaki soruşturmaların israil karşıtı eylemlere dayandırılmasının “mevzi kazanma” çabalarıyla açıklanması elbette şaşı bir bakış açısının ürünü değildir. Ama bu fotoğraf, bulmacanın tümü değil belki yarısını oluşturmaktadır. Bunun için bulmacanın diğer yarısını da tamamlamak gerekir.
 
Geçen hafta içerisinde D.Bakır ve Kayseri`de eş zamanlı açılan soruşturmalar, “Doğu`da haksız mevzi kazanma” stratejisinin ötesine geçmesi açısından oldukça dikkat çekiciydi. Dahası, bulmacanın geri kalan diğer yarısını bulma açısından hayli önemliydi.
 
Düşünebiliyor musunuz, Asya`nın uzak derinliklerinden yola çıkan Gazze yardım konvoyu, güzergah boyunca düzinelerce ülkeye uğruyor, bilahare Türkiye`ye giriş yapıyor. Farklı illerde bayram edasıyla karşılanan konvoy, D.Bakır`da da aynı coşkuyla karşılanıyor. Derken güzergahtaki diğer illerden geçtikten sonra Suriye`ye geçerek Türkiye`den ayrılıyor. Aradan tam bir yıl geçtikten sonra, konvoyun geliş yıldönümünde ne hikmetse savcılık bir anda uyanıp soruşturma açma gereği duyuyor. Aralarında İHH Genel Başkanı Bülent Yıldırım`ın da bulunduğu bir çok sivil toplum kuruluşunun başkanları ifadeye çağrılıyor.
 
Ve Kayseri… Bir israil takımıyla oynanan maçta Filistin bayrakları açıp “kahrolsun israil” sloganı atan 30`u aşkın kişi hakkında iddianame hazırlanıp eski şike yasasının hapis cezası öngören maddesi kapsamında dava açılıyor. Gerekçe ise, birilerine tamamen mesaj gönderme üzerine kurulu: Din, dil, etnik köken, cinsiyet veya mezhep farkı gözetmek suretiyle nefret suçu işlemek!
 
Diyarbakır`da açılan soruşturma henüz başlangıç aşamasında. Ceza davasına dönüşürse öne çıkacak gerekçeler herhalde Kayseri`dekinden farklı olmaz. Farklı olsa da “Meşru ambargoyu delme” suçundan öteye geçemeyecek!
Haydi Doğu`daki STK`lara dönük soruşturmaların mantalitesini anladık da, bu mantalitenin Kayseri`ye kadar uzanmasını, meselenin “nefret” temelinde ele alınarak “Kahrolsun israil”i suç saymasını nasıl izah edeceğiz. Eğer israil`i, işlediği insanlık dışı suçlardan, uyguladığı vahşi ambargodan dolayı eleştirmek “nefret suçu” kapsamına giriyorsa, bizzat bu ülkenin cumhurbaşkanı, başbakanı, dışişleri bakanı vs hepsi de aynı suçu işlemiş olmuyor mu?
 
Aslında işin bu noktası, yazımızın başlığını da izah etmeye giden yolu gösteriyor. Birileri resmen ve alenen hükümete, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle!” mesajını veriyor.
 
Biliyorsunuz, “Şike yasası” üzerinden “çatlaklık” tartışmalarını geride bırakalı daha bir hafta oldu. Çatlaklık var mı; yok mu? tartışması şimdilik sümen altı edilse de, hükümet ile hükümete rağmen hükmetme pozisyonunda kendilerini görenler arasındaki çatlaklığı hiç kimse inkar edemez. Hükümetin tasfiye ettiği eski bürokratik oligarşinin yerini tutan yeni bürokratik katman, paralel bir hükümet olma iddiasını, hükümeti zora sokacak atraksiyonlarla ortaya koyuyor.
 
İçteki bu mücadele, içerdeki sembolik gelişmeler üzerinden sürdürülse de aslında Türkiye içerisindeki siyasi güç mücadelesinde dananın kuyruğunun koptuğu asıl merkez Ankara değil, küresel sistemin başkentleri oluyor.
 
Dün “Şike” üzerinden yaşanan tartışmalar, farkındaysanız bugün “Yeni Anayasa” zeminine kaymış durumda. Bu minval üzere tekrar bir “Ergenekon hortlatıcılığı” kampanyası başlamış durumda. Oysa hem “Şike” hem de “Yeni Anayasa” tartışması büyük tartışmanın sadece minik sembolleri durumundadır. Mesele, bürokrasi pastasını kimseyle paylaşmaya yanaşmayıp tümüyle “ham!” etmek isteyen katman ile bunun kendisine yansıyan olumsuz faturasına dayanmayacağını belli eden hükümet arasındaki güç mücadelesi olduğu artık inkar edilemez.
 
Ancak tartışma ve çekişmenin asıl yansıması, küresel hegamonik güçlerin nezdinde ne şekilde algılandığıyla ilgilidir. Hegamonik güç odaklarından alınan destek, Türkiye iç siyasetinde söz sahibi olmanın temel ölçüsüdür. En azından bugüne kadar bu böyle süregelmiştir. Küresel güç odaklarının nezdinde hükümetin vurulabilecek en yumuşak karnının hükümetin israil tavrına dirsek koymaktan geçtiği hesapları, bürokratik katmanın temel stratejisi olduğu açıktır. Dolayısıyla “Mavi Marmara” meselesinde israil`den icazet almanın gerekliliğini ortaya koyma girişimlerinden tutun da İHH üzerinde dolaşan karabulutlara kadar…
 
Hükümetin israil tavrından tutun da İran`la ilişkilerini koparmamasına kadar…
 
İslami duyarlılıklarıyla bilinen STK operasyonlarında en kabarık faturanın israil karşıtlığına kesilmesi stratejisine kadar…
Aslında her şey, iktidara rağmen muktedir olma sevdasındaki bürokratik katmanın hegamonik güç odaklarına verdiği mesajla alakalı bir durumdur.
 
Son olarak Kayseri ve Diyarbakır`da başlayan garip soruşturma süreçleri, aslında hükümete, hatta Başbakan`a direkt bir uyarı niteliği arzettiği gibi, müstakbel kapışmada Telaviv bağlantılı güç merkezlerinin desteğini alma manevrası olarak pekala değerlendirilebilir.
 
Başbakan`ın bizzat başlattığı israil karşıtlığı politikası ortadayken “Kahrolsun israil” sloganının üstelik tartışmaların odağındaki “Eski Şike” yasası bağlamında soruşturmalık hale gelmesi, bizzat Tayyip Erdoğan`ı hedef alan bir siyasi/bürokratik girişimdir. Tamamen güç odaklarına destek mesajı içeren bu tür tehlikeli girişimler, hükümetçe önü alınmadığı takdirde bizzat Başbakan`ı da vuracak bir bumerang etkisi yapacağı rahatlıkla söylenebilir.
 
NOT: Geçen hafta siyonizm`in acısını, diasporadaki ‘belqıti`ler hissetti. Bu sefer de siyonizm`in kuyruğuna basmak istedik. Bakalım acısını kimler hissedecek?!