Ne Tunus, ne Libya ve ne de Mısır`daki halk ayaklanmalarının, bünyesinde barındırdığı özelliklerin hiç birisi genel hatlarıyla Suriye`de süren istikrarsızlıkla bir benzerliği bulunmamaktadır.

Libya örneği biraz farklı olsa da Tunus ve Mısır`da, Firavun`un nam-ı hesabına at ve develer sırtında halka kılıç sallayarak show yapan küçük bir grubu hesaba katmazsak, devrilen diktatörlere destek mahiyetinde kitlesellik babından hiçbir destek görüntüsü ortaya çıkmadı. Oysa Suriye`de durum tamamen farklı bir minval üzere cereyan etmesine karşın Baas rejiminin devrilmesine dönük Batı başkentleri ile Ankara ve Riyad`da sarfedilen çabalara rağmen muhaliflerin azınlıkta kalarak rejime dev destek gösterilerinin sergileniyor olması, Suriye`ye dönük uzun soluklu bir istikrarsızlaştırma politikasını ortaya koymuştur.

Muhaliflerin çok farklı gruplardan oluşması, gruplar arası koordinasyonsuzluk ve geleceğe dair çok farklı öngörülerine paralel, yıllar öncesinin Şam kaçkınlarının “Konsey” adı altında bir araya getirilerek meseleye uluslararası boyut/meşruiyet kazandırma çabaları, Suriye yönetimine dönük planda asıl olan halkın isteklerinin olmadığı, meselenin daha farklı boyutlar taşıdığını göstermektedir.

Bununla nereye varılmak istendiği yönünde soru soracakların alacağı cevap ise, Bahreyn ve Yemen başta olmak üzere bir ara halk hareketliliği yaşanan Arap diktatörlerin ülkelerindeki meşru halk istemlerinin önüne geçilmesi, Bahreyn`dekinin Suudi Amerikan gücüyle bastırılması ve Yemen`de halen her gün onlarca kişinin ölmesine rağmen halkçı geçinen ülkelerin gömüldüğü sessizlik olmalıdır.

Dikkat edilirse İran ve Suriye yönetimleri periyodik aralıklarla tehditlerin hedefi olmakta, bu tehditlerden Lübnan İslami Direniş Hareketi de zaman zaman nasibini almaktadır. Dolayısıyla sorun, meşru halk isteklerine insani yaklaşım sergilemekten ziyade tamamen bölgesel siyasi denklemlerin yeniden oluşturulması hesaplarına odaklanma sorunudur. Elbette Suriye Baas rejiminin nitelikleri ile ezilen insanların hak arama meşruiyeti vardır. Ancak Batının gerici Arap rejimlerini de arkasına alarak şu anda yürüttüğü siyasi-askeri operasyonun halkın meşru taleplerini karşılama gayesiyle hiçbir şekilde ilgisi bulunmamaktadır. Zaten asıl sorun ve kafa karışıklığı da burada yatmaktadır.

Bahreyn`de halkın meşru taleplerine tanklarla cevap verenlerin koro halinde Suriye yönetimine yüklenmelerinde ve Esad`a çekilmesi yönünde baskı uygulamalarında yeterince tuhaflık yok mudur?

Yemen`de neredeyse her gün insanlar öldürülüyor iken Ali Abdullah Salih`i katliamlarından dolayı takdis etmekte yarışan Batı ve Arap diktatörlerin bunu gündemine bile almamasına karşın Suriye yönetimine yönelik Bremen mızıkacılığına oynamaları yeterince anlaşılabilir değil midir?

Şu anda dünyanın en diktatör yönetimi diye anılıp kan dökmekten vazgeçilmesi istenen Esad yönetimi, tez elden bir açıklama yaparak İran, Hizbullah ve Hamas ile tüm ilişkilerini kestiğini belirten bir açıklama yapsa… Dahası, israil`le kayıtsız şartsız anlaşmaya hazır olduğunu deklare etse Şam yönetiminin içine sürüklenmek istendiği kumpastan eser kalacağına inanıyor musunuz?

Bugün için nükleer enerji programı veya teröre destek verdiği yönündeki masallarla İran üzerine oynanmak istenen oyunun mahiyeti ne ise…

Hizbullah`ın silahsızlandırılıp Lübnan girdabında etkili bir aktör olmaktan çıkarılmak istenmesinin amacı ne ise…

Hamas`ın tıpkı El Fetih satılmışları gibi ılımlı bir çizgiye getirilip israil`in varlığını kabul ettirme üzerinden süren manevraların gayesi ne ise, Suriye üzerinde oynanan oyunun gayesi de ondan başkası değildir.

Kısacası tüm yollar Tel Aviv`e çıkmakta, tüm manevraların asıl gayesi siyonist rejimin güvenliğini teminat altına almaktan geçmektedir.

Lübnan İslami Tevhid Hareketi`nin şimdiki lideri, merhum Şeyh Said Şaban`ın oğlu Bilal Şaban`ın şu tespitine bir bakın. Diyor ki Bilal Şaban: “Biz halk devrimleriyle alakalı olarak bazı ölçütler belirledik. Tüm gelişmeleri, bu ölçütlere göre değerlendiriyoruz. Mesela, eğer o devrim, halkı Filistin meselesine yaklaştırıyorsa, o bir halk devrimidir. Eğer devrim, iç çatışmalara yol açmadan, bütün etnik grupları bir araya getirebiliyorsa; o, bir halk devrimidir… Suriye`nin meselesine Amerika, Suudi Arabistan ve Katar`ın dâhil olması, durumu oldukça farklı bir mecraya soktu.

Onlar Suriye halkının rahatını önemsemiyorlar; onlar, Suriye`nin Hizbullah, Hamas ve İran ile olan bağlantısını kesmek istiyorlar. Yoksa Suriye halkına hürriyetlerini sunmak gibi bir niyetleri yok… Bu aralar, Dubai ve Suudi Arabistan`ın talebiyle Selefiler, Suriye meselesine yoğunlaşmak üzere ziyaretlerde bulunuyorlar. Suriye`de rejimin düşmesini istiyorlar. Suud ve Katar Vakıflar Bakanlığı`ndan temsilciler gelip Selefilerin şeyhleriyle görüşüyorlar. Onlara şunu diyorlar: “İnsanlarla konuşmanız lazım, Suriye halkı mazlum, perişan... Beşşar Esed Nusayri, Alevi; onun bir an önce düşmesi gerekiyor… İlginçtir ki aynı şeyi Amerika için söylemiyorlar. Hizbullah`ı sevmiyorlar. Direniş hareketi olan Hizbullah, Hamas ve İslami Cihad, Körfez ülkelerinin küfür odaklarıyla olan ilişkisini ortaya çıkardığı için, bu hareketleri ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlar. Bunu da mezhepçiliği körükleyerek yapmaya çalışıyorlar.” (dunyabulteni.net)

Bilal Şaban`ın devrimin ölçüsü olarak Filistin meselesine bakışı ortaya koyması ilk bakışta abartılı gibi görünse de Batı`nın bölge halkının meşru direnişlerini yeni bölgesel denklem oluşturmaya dönüştürme gayreti, nihai anlamda israil`in güvenliğine indirgeme politikası olduğu gerçeği göz önüne alınırsa ne kadar mantıklı bir ölçü olduğu anlaşılmış olacaktır. 

Suriye meselesi Türkiye`ye ihale edildi

Bu bağlamda Suriye`nin bölgesel denklemdeki konumundan rahatsız olan Batı, başından beri Türkiye`nin insiyatif almasına odaklandı. Bugün gelinen nokta ise, Batı`nın bu politikada başarı sağladığı görülmektedir. Türkiye`nin bölgedeki aktif siyaseti, normal şartlarda Batı tarafından bloke edilmesi gereken bir seyir izlemekteydi. Ancak tam tersine hep övgülerle karşılanması, hatta bölgenin tek aktörü gibi abartılı benzetmelerin yapılması, bugün için Türkiye`nin Suriye politikasıyla gerçek mahiyetine kavuşmuş görünmektedir. ABD-israil ikilisinin senelerdir üstesinden gelemediği Suriye`yi bölgesel konumundan koparma politikası Türkiye`nin “bölgesel aktörlüğüne” emanet edilmiş bulunmaktadır. Türk makamları, Suriye politikasını her ne kadar halkların meşru taleplerine dayandırsa da Suriye`ye dönük politikaların meşru talepleri hayli aşıyor olması, Türkiye`nin dayanak noktasını boşluğa düşürmeye yetmektedir. Şam kaçkınlarının merkezi Türkiye olmuş durumda. Silahlı eylemlere başvuran “Özgür subaylar”ın Türkiye tarafından silahlandırıldığı konusunda ciddi iddialar var. Türkiye resmi makamlarından yükselen sert eleştirilerin dozajı kimi zaman Amerikalılarınkini bile gölgede bırakmaktadır. Kaldı ki Türkiye tüm bunları yaparken ABD ile sürdürülen PKK ile mücadele işbirliği konusunu ölçü aldığı görülmektedir.

Suriye yönetimiyle mücadele üssü olarak Türkiye gösterilmekte, üstelik dış basın bunu ballandıra ballandıra haykırmaktadır. Bu durumda Suriye`de Esad yanlısı grupların dış güçlere karşı tepkilerini ortaya koyarken ilk olarak Türkiye`yi hedef haline getirmeleri, kendiliğinden gelen bir sonuç olmaktadır.

Türk elçilik ve konsolosluklarının saldırıya uğraması, basının da marifetiyle bir infiale dönüştürüldüğü görülüyor. Siyasi iktidar ise, ilk tepki olarak Suriye adına hareket eden uyduruk konseyin temsilcilik açması yönünde karar aldı. Gerçi Şam yönetimi bir miktar özür diledi. Ama onlar da tepki olarak PKK yöneticilerine, Kandil`de sıkıştırılıyorsunuz, gelin Şam`da üstlenin çağrısı yapsaydı ve Karayılan ve ekibini Şam`a davet edip görüşmeler yapsaydı, acaba Türk tarafında nasıl bir tepki atmosferi hakim olurdu. Bu, şimdilik bir faraziye. Ama dönen dolaplara bakılırsa, Suriye`yi askeri anlamda da zorlama konusunda tüm yükümlülüğü Türkiye`ye yükleme noktasında bir senaryo devreye sokulmuş gibi. Zaten Suriye, Türkiye`nin tavrından dolayı PKK`nin buradaki siyasi uzantısı PYD`ye sonuna kadar kapıları açmış durumda. Karşılıklı bu tür gerginlikler devam ederse Suriye`nin PKK kartını, eskiden olduğu gibi yeniden devreye sokmaması için hiçbir neden kalmayabilir.

PKK ile mücadelede işbirliği şartı üzerinden Ankara-Şam ilişkilerini sabote edenler de, nihayette daha fazla gerginlik peydahlamak için tekrar PKK kartından faydalanma yoluna gitmekten çekinmeyeceklerdir.