Model ülke” olarak Arap sokağına salınan Türkiye`nin özgün bir modelden yoksunluğu tartışmasız bir gerçekliktir.

 

Hangi özgün projesiyle, hangi evrensel vizyonuyla demirleyecek sahil arayan “Arap baharı”na model teşkil ettiği meçhul iken, henüz kendine gelememiş bir Türkiye olgusunu “model” diye takdim edip kitle hareketlerine yön verilmeye çalışılması aklın alabileceği bir politik gerçeklik değildir.

Türkiye`de mevcut siyasal iktidarla başlayan ancak sonunun nereye varacağı tam belli olmayan bir değişim süreci yaşanmaktadır. Tüm olumlu yönelimlere rağmen bu hafta yaşanan Ankara`daki patlamayla da görüldüğü gibi hala en ufak bir sarsıntının yaşanmasıyla beraber, değişimden yana olanların yürekleri ağızlarına gelip vesayet halisünasyonları ortaya çıkabiliyorsa, aslında bu, değişim denen sürecin ne derece kırılgan olduğunu da ortaya koyuyor. Bu denli kırılgan iç siyasi yapısıyla Türkiye`ye manken kıyafetleri giydirip Arap pazarına sürülmesi, pek de anlaşılabilir değildir.

Bununla beraber Arap ülkelerine dönük yeni politikalar ile ABD ve Batı ittifakına dönük geleneksel politikalar tokuşturulduğunda yine çok garip bir tablo ortaya çıkıyor ki, israil`e cephe almasına rağmen Türkiye`nin Arap ülkelerine dönük politikasından dolayı Batı`dan kuvvetli alkış alması garipliğin en somut yanını ortaya koymaktadır.

Bir taraftan yüksek sesle israil`e meydan okunması… Öbür taraftan israil`in güvenliğini esas alan ABD patentli füze kalkanına ev sahipliği yapması…

Bir taraftan Gazze`ye sahip çıkılması… Öbür taraftan bağımsız bir Filistin devletinin tanınması adı altında Filistinlileri 1967 işgal sınırlarıyla mazbut bir siyonist teşekkülüne razı göstermeye ikna çabaları…

Bir taraftan, daha ziyade iç kamuoyunu etkileme aracına dönüştürülen israil`le “kontrollü gerginlik” stratejisi… Diğer taraftan israil`in geleneksel düşmanları olan İran ve Suriye`ye dönük Amerikan planlarına boyun eğilmesi…

Ve tüm bu çelişkileri adeta taçlandıran despotizmin sembolü laiklik belasının İslami düzen beklentisi içerisindeki halklara tavsiye edilmesi gibi şok çıkışlarla umutların yerini şüphelere bırakmış olması…

Bu tür çelişkili dış politikaların yanı sıra henüz kendi içinde bile kalıcı bir siyasi, askeri, hukuki, ekonomik olgunluk düzeyi yakalayamamış bir Türkiye gerçekliği beraber değerlendirildiğinde “model” namına hiçbir sermayesi bulunmayan Türkiye`nin, daha ziyade entari giydirilmiş bir manken rolüne uygun düştüğü gözlerden kaçmamalıdır.

Kur`an`larla karşılanan Başbakan`ın Mısır gibi dini duyarlılığı had safhada olan, aynı şekilde Başbakan`a büyük bir İslami lider kılıfını biçtikleri görülen bir topluma “Laikliğin faziletleri”ni tavsiye etmesine getirilecek her çeşit “iyi niyet” yorumları, yaşanan laiklik şokunu izale etmeye yetmeyeceği bilinmelidir.

Belirtmek gerekir ki, Arap toplumlarında ve İslam ümmetinin genelinde popüler olmanın yegane yöntemi, meşru Filistin davası üzerinden gayri meşru siyonist çeteci oluşuma meydan okuyup salvolarda bulunmaktan geçmektedir. Ancak bu yöntem, denenmemiş özgün bir “Türk modeli” de değildir. Yıllardır tüm Arap diktatörlerinin kendi toplumlarında dayandıkları meşruiyet, yüzeysel de olsa görünürde Filistin davasına sahip çıktıklarını göstermek olmuştur. Ancak Filistin`de direnişin renk değiştirip İslami esaslara dayanmaya başlaması, sahte destekçi konumundaki diktatörlerin gerçek yüzünü ortaya çıkartmıştır ki, bugün yaşanan devrimler de bunun sonucudur.

Başbakan Erdoğan, sahip olduğu geçmişiyle, ortaya koyduğu kişisel vizyonuyla elbette devrilen diktatörlerden farklıdır. Bu farklılık da kendisini Arap toplumlarında farklı bir konuma yükseltmektedir. Ancak bir taraftan halklardan yana tavır takınıp diğer taraftan aynı halklarca dinsizlikle/din dışılıkla/din düşmanlığıyla eşdeğer tutulan laikliği “hak niyetine” tavsiyeye yönelmesinin oluşturduğu/oluşturacağı hayal kırıklığı, yürütülen dış politikanın “özgün/süz/lüğünü” de tartışma konusu yapmaktan kurtaramayacaktır.

Devrilen diktatör müsveddelerinin bile meşruiyet zemini olarak sembolik anayasalarında İslami kuralları önceleme durumunda bulundukları toplumlarda “laiklik tavsiyesi” her ne kadar laiklikten hayli çekmiş bir çok kalem erbabını “laiklik müfessirliği” denebilecek alaturka bir “bilim dalına” eğilmeleri sonucunu beraberinde getirmiş bulunmaktaysa da bu durum, Ortadoğu arenasında oynananın, sonucu erken tahmin edilebilen klasik Yeşilçam senaryolarına benzeşmeye başladığı gerçeğinden kurtarmaya yetmeyecektir.

Laikliğin geçen zaman içerisinde çarpıp “zihinsel engelli” kervanına kattığı eski İslamcı bir çok kalem erbabı gibi “Modern saray ulemasına” özenecek durumunda değiliz. Ama hükümetin içinde bulunduğu duruma çokça iyi niyetle yaklaşsak bile, bunun “köprüyü geçene kadar…” türünden bir taktik olduğunu varsaymakla yetinmek durumunda kalmaktan başka çaremiz de yoktur. Gel gör ki somut göstergeler, bu denli bir hüsn-ü zanda bulunmamıza ne yazık ki şu anda pek de müsaade etmemektedir. Geriye ise, sadece başta başbakan olmak üzere bu işi yürüten ekibin başındakilerin geçmişten geldiğine inanmak istediğimiz dini hassasiyetleri kalmaktadır ki bu da sadece temenniyle yetinmemize yaramaktadır.