D. Bakır Emniyeti Batman`dan da Beter!
2000 yılı Ocak ayında düzenlenen Beykoz operasyonuyla birlikte başta Kürt illeri olmak üzere Türkiye geneline sarkıtılan operasyon furyası, cadı avının çokça ötesine taşınmıştı.
Önemli bir bölümü ele geçirilen Hizbullah arşivindeki bilgiler, Tantancı kanat tarafından önce algı operasyonunda kullanılmış, ardından cadı avının startına dönüştürülmüştü.
Arşiv üzerinden oluşturulan algı operasyonu, 28 Şubat yorgunu “İslamcı zevatın da” katılım gösterip bu durumu kendileri için derin devlet nezdinde “arınma” vesilesi yapması, derin operasyonun sorgulanmasını değil kısmen de olsa başarıyla neticelenmesini beraberinde getirmişti.
Öyle bir algı oluşturuldu ki, kısa sürede gözaltı ve tutuklamaların sayısı bir anda onbinlerle ifade edilir hale gelirken, yapılan tüm hukuksuzlukların arşiv ile bütünleştirilmesi, hukuksuzlukları sorgulamak yerine “oh olsun” dedirten noktalara vardırdı.
Artık tutuklama ve sınırsız işkence denince arşiv, arşiv denince Hizbullah, Hizbullah denince derin devlete yaranma yarışı baş göstermişti.
Oysa Hizbullah arşivi, sadece kendi üye veya sempatizanlarının bilgi veya özgeçmişleriyle sınırlı değildi. 1990`lı yılların karanlık dönemi içerisinde cereyan eden tüm hukuksuzluklar, devlet adına yürütülen kirli faaliyetlerin çok önemli bir bölümü Hizbullah arşivinin bel kemiğini oluşturmaktaydı.
Arşivin ele geçirildiği dönemde hala kilit görevlerde bulunan kirli aktörler, deşifre olma ihtimalinin verdiği panikle önce arşiv üzerinden algı operasyonuna yönelmiş, yaptıkları pisliklerin ortaya saçılmaması adına Cumhuriyet tarihinin neredeyse tüm kirli geçmişini Hizbullah arşivine yükleyerek yeni hukuksuzluklara kapı açmışlardı.
Oluşturulan algı operasyonunun başarıyla yürütülmesinden dolayı gözaltına alınan onbinlerce insana en ağır cezalar verilmiş, cezaların gerekçesi de Hizbullah arşivine dayandırılmıştı.
Belki birileri çıkar da, bunca insana verilen cezaları mazur gösterecek arşivdeki bazı bilgilere işaret edebilirler. Velev ki bunların tümü doğru ve geçerli gerekçeler olsun, ama arşivin belkemiğini oluşturan bilgiler sadece bu durumdan ibaret değildi ki.
Dikkatlerden artık kaçmayan bir gerçek var. O da çokça tartışılmasına karşın Hizbullah arşivinin hala sır olduğu gerçeğidir. Davalar sürerken avukat ve sanıkların ısrarlı talepleri, mahkemelerin ısrarlı istemleri dahi arşivin çok önemli bölümlerinin mahkeme heyetlerine yetişmesine yeterli gelmedi. Nitekim hala bile arşiv, sır olma özelliğini korumayı sürdürmektedir.
Arşiv sır hükmündeyken arşive dayanılarak sanıklara cezalar yağdırıldı, ama arşiv bir türlü gün yüzüne çıkartılamadı.
Bazı dava dosyaları kapsamında gönderilen kimi materyaller de ne hikmetse dava dosyalarına konulmadı. Ya sümenaltı edildi, ya da adli emanetlerin kuytu köşelerine hapsedildi.
***
Ama yine de mahkemelere ulaşan arşivin bazı kırıntıları, aslında 1990`lı yıllarda devlet adına işlenen insanlık suçlarının genel hatlarını ele vermekteydi.
Özellikle Batman`da Cevzet SOYSAL`ın kaçırılıp hunharca katledilerek cenazesinin bilinmeyen bir yere gömülmesi ve bu canice olayın “PARALEL YAPI” ve Emniyet bünyesindeki militan yapısı bağlamında gündeme gelmesi, ister istemez gözleri yeniden Emniyet bünyesinde örgütlenen “Terörist yapıya” çevirmiş durumdadır.
D.BAKIR EMNİYETİ`NDE ÖRGÜTLENEN “TERÖRİST YAPI”
Cevzet SOYSAL olayı nedeniyle gözler Batman Emniyeti`ndeki “Terörist Yapıya” çevrilmişken, o dönemde D.Bakır Emniyeti bünyesinde olup bitenler, kesinlikle terör devleti İsrail`in Filistinlilere yaptıklarından farklı değildir.
Hizbullah davalarının görüldüğü mahkemelerin adli emanetlerinde yer alan bir CD, D.Bakır Emniyeti bünyesinde yürütülen kirli faaliyetler hakkında çok şey ifade etmektedir. D.Bakır Emniyeti bünyesinde oluşturulan bir yapı, önce insanların zaaflarına odaklanıyor, ardından şantaj yapıyor, bu yöntemle avuçlarına aldıkları kimilerini de başta infaz olmak üzere her türlü kirli işlerde kullanıyordu.
Kod Adı: ASLAN ERGÜN!
Gerçek adı M.K., Mide bulandırıcı şantajlardan sonra Polis İnfaz Timi tarafından muhbirliğe zorlanan M.K, şantajlara boyun eğerek kirli sürecin karanlık aktörlerine teslim oluyor. Polis içerisindeki kirli yapı, avucuna aldıkları muhbirleri belli bir kıvama getirdikten sonra önce bir kod isim veriliyor, ardından da bir sicil numarası.
M.K`ye aynı yöntem uygulanıyor. Önce kod isim olarak Aslan ERGÜN takma ismi veriliyor, ardından Emniyet bünyesinde 4714 numaralı sicil sahibi yapılıyor.
BU ŞANTAJI ANCAK İSRAİL POLİSİ YAPAR!
M.K, henüz bir çocuk. 1993 yılında okulda karıştığı iddia edilen bir kavgadan dolayı gözaltına alınır. Gözaltında yapılan işkencelere dayanamaz ve polisin dayattığı “muhbirlik” teklifine “Evet” der.
İsterseniz bunu kendi sözlerinden dinleyelim: “1993`te bir okul kavgasında gözaltına alındım. Gözaltında yapılan ağır işkencelerden sonra dayatılan muhbirlik teklifini kabul etmek zorunda kaldım. Teklifi kabul ettikten sonra bana ‘seni şimdi bırakacağız, ancak üç güne kadar seninle buluşup gerekli izahatları yapacağız” dedikten sonra salıverdiler. Arkadaşlarıma bırakıldığımı söyledim. Ancak arkadaşlarım, bu durumda eve gitmemem gerektiğini belirttiler. İki gün eve gitmedim, ancak üçüncü gün eve gidince polisler tekrar eve gelip beni aldılar ve Emniyete götürdüler.
Bu sırada Komiser DURDU`nun dışarıdan getirttiği ve sonraları bana tanıştırılan R. İle M. adlı iki kişinin tecavüzüne uğradım. Ben ve tecavüzcü iki kişiye soyunmamız emredildi. Soyununca ellerimi arkadan kelepçeleyip bir masanın üzerine yatırdılar. R. ile M. orada bana tecavüz ettiler. Komiser DURDU, artık kendileriyle çalışmak zorunda olduğumu, aksi halde bu durumu dışarıya yansıtacaklarını ve yaşama hakkımın elimden alınacağını belirtti. Bu tecavüz olayı bana karşı bir şantaj aracı olarak kullanıldı ve mecburen kendilerine bağlanmak zorunda kaldım.
Ardından beni cezaevine gönderip cezaevinde Hizbullah tutuklularının cezaevi faaliyetleri hakkında bilgiler edinmemi istediler. Kırk beş günlük tutukluluğum süresince cezaevinde tutuklular arasındaki ilişkiler ve yapılan çalışmalar hakkında bilgiler veriyordum. Okunan kitaplar, yapılan İslami sohbetler konusunda bilgiler veriyordum.”
Halkın can, mal, namus güvenliğini sağlamakla yükümlü Emniyet teşkilatında örgütlenen kirli yapı, o kadar canice hareket etmektedir ki, D.Bakır`daki gözaltı merkezinde muhbirleştirmek adına çocuğa tecavüz ediliyor. Tecavüz veya fahişelerle uygunsuz görüntüler elde etmek, Emniyet`teki kirli yapının başvurduğu vazgeçilmez yöntemlerin başında geliyordu. Bu tür durumlar aynı zamanda kaydedilerek muhbir adayının ellerinde kalması için adeta “sigorta” görevi görüyordu. Nitekim M.K`ye de aynı yöntem uygulanmıştı.
İLK GÖREV İSİM TESPİTİ
Cezaevinde tutuklular arasında güya “bilgi toplama” görevinden beklenilen “esrarengiz” bir şeyle karşılaşılmayınca M.K. tahileye edilerek şehir içi servisinde görevlendiriliyor:
“Daha sonra cezaevinden çıktım. Dışarıda benden özellikle camiler ve okullarda yapılan İslami çalışmalar hakkında bilgiler istiyorlardı, ben de istenen bilgileri kendilerine veriyordum. Ancak daha sonra özellikle cemaat içerisinde üst makamlarda olabilecekler ile silahlı kanatta yer alması muhtemel şahıslar hakkında bilgiler getirmemi istediler. Bu arada gerek cami çevresinden gerekse mahalleden tanıdığım isimlerin hepsini onlara verdim.”
VE CAN GÜVENLİĞİNDEN SORUMLU POLİS, SERİ CİNAYETLERE BAŞLIYOR
Şehir içinde cami ve okul çevrelerinde İslami çalışmalar yapan insanların isimlerinin belirlenmesinde kullanılan muhbir M.K, samimiyetini ispatladıktan sonra cinayet işlerinde kullanılmaya başlanılıyor. Polis, kendince önemli olabilecek şahıslar ve adres tespitlerini yapmak üzere M.K`yi zorlamaya başlıyor. M.K. ise kimleri polise gösterdiyse çok geçmeden o kimseler “Fail-i Polis cinayetlerine” maruz kalıyor.
BİRİNCİ HEDEF: ABDULKADİR SELÇUK
Polisin ısrarıyla “önemli şahısları” aramaya çıkan muhbir M.K, ilk olarak “Fail-i Meçhul” cinayete maruz kaldığını bildiğimiz Abdulkadir SELÇUK`un “Fail-i Polis” cinayetine uğradığını ortaya koyuyor.
M.K, şöyle anlatıyor:
“Şehid Selçuk olarak ismini bildiğim şahsı, Bağlar 5 Nisan Mahallesi`nde bir sokaktan çıktığını gördüm. Bu şahsın muhtemelen silahlı kanattan birisi olabileceğini ve diğer bazı silahlı kanat mensuplarıyla ilişkili olabileceğini polise bildirdim. Ardında sokağı TACİ adındaki polise gösterdim. İki gün aradan sonra Şehid Selçuk`un gösterdiğim sokakta şehid edildiğini öğrendim.”
M.K`nin “muhtemelen” silahlı kanattan olabileceği yönünde kanaat belirttiği Abdulkadir SELÇUK, devlet imkânlarını kullanan polis namındaki üniformalı teröristler için “kesin kanaat” olarak değerlendirilip hunharca katlediliyor.
İKİNCİ HEDEF: ŞEHİD AHMED
Polis namındaki üniformalı teröristler, Abdulkadir SELÇUK`un kanından zevk almış olmalılar ki, muhbir M.K`yi yeni isimler bulma konusunda zorlamaya başlıyor:
“Daha sonra polis ısrarla benden Şehid Selçuk konumunda olabilecek kişilerin isimlerini ve adreslerini istedi. Ben ise bu tür insanları ve adreslerini tespit etmemin zor olduğunu, Şehid Selçuk`u ve evini de tesadüfen gördüğümü bildirdim. Ondan sonra polis Durdu ile 5 Nisan Mahallesi`nde önemli insanları aramaya başladık. Bir ara Şehid Ahmed`i bir sokakta gördüm ve polis Durdu`ya gösterdim. Gösterdiğimden kısa bir süre sonra Şehid Ahmed de gösterdiğim sokağın hemen yanında vuruldu ve şehid edildi. Gösterdiğim yer de Bağlar Dörtyol Or-Yıl civarıydı. Şehid Ahmed`i gösterirken hemen uzaklaşmaya başladım. Durdu, niye yanında kalmak istemediğini söyledi. Ben de bu semtte tanındığımı, birileri fark ederse deşifre olabileceğimi söyleyip uzaklaştım. Ardından Emniyet Müdürlüğü`ne gittim.”
ÜÇÜNCÜ HEDEF: ŞEHİD MOLLA MAHMUD
D.Bakır polisinin bizzat organize ederek kendi kontrollerindeki muhbirlere vurdurttuğu Molla Mahmut, D.Bakır Melikahmet semtinde Kıbrıs Pasajı içerisinde aynı zamanda elektrik dükkanı işletiyordu. Hem imam hem de esnaflık yapan Molla Mahmud, çevresinde tanınan bir kişiydi. Kaldı ki silahla, silahlı kanatla kesinlikle herhangi bir ilişkisi yoktu, olamazdı da. Ama yine de D.Bakır Emniyeti bünyesinde örgütlenen “terörist yapılanmanın” hışmına uğramaktan kurtulamamıştı.
Molla Mahmud`un hedef alınması başlı başına bir garabet iken, bu garabetin bizzat polis eliyle gerçekleştirilmiş olması o dönemde polis merkezli terörist yapılanmanın ne denli pervasızlıklar içerisinde olduğunun göstergelerinden bir tanesiydi.
Molla Mahmud`un şehid edilmesi konusunu anlatan polis muhbiri M.K, suikastı şöyle anlatmaktaydı:
Durdu bana kızmıştı ve bir sürü fırça attı. Ardından da Mus`ab ve Hamza olarak tanıttığı iki kişiyle beraber Kıbrıs Pasajı`nda işyeri bulunan Molla Mahmud`u vurmamız için bizi görevlendirdi. Polis Durdu, her birimize birer silah verdi. Ben hem Molla Mahmud`u tanıdığımdan, hem de işyerini ve gittiği camiyi bildiğimden sadece gösterme ve gözetleme görevi yapacaktım. Ayrıca polis Durdu, bize endişelenmememiz gerektiğini, çünkü aynı anda o civarda polis korumasının da olacağını ve hiçbir sorunun yaşanmayacağı hususunda bize teminat verdi. Kıbrıs pasajının yanına geldiğimizde ben pasajın içerisine girdim, diğer iki şahıs ise yanındaki Or-Yıl pasajı civarında kaldılar. Pasajın içerisine girdiğimde Molla Mahmud`un çıkmak için hazırlık yaptığını gördüm. Bu arada koruma görevi yapacak polisleri arıyordum, ama bir türlü bulamıyordum. Hemen o iki şahsa işaret verdim. O iki şahıs gelip silahları ateşlemeye başladılar. Silah sesleriyle beraber polisler aniden ortaya çıkıp pasaja girmeye başladılar. Ben ise pasajın çarşı tarafındaki kapısından yola çıktım ve hızlı adımlarla Yeni İlkokulu`na doğru ilerlemeye başladım. Silahı sıkan o iki kişiyle Melik Ahmet Camii ile Yeni İlkokulu arasındaki noktada buluşacağımızı kararlaştırmıştık. Orada durdum, kısa süre sonra Molla Mahmud`a silah sıkanlar da geldiler. Ben üzerimdeki silahı çıkarıp onlara verdim ve Emniyet Müdürlüğü`ne gitmelerini istedim. Kendim de sonra geleceğimi belirttim. Onlar uzaklaşıp gittiler. Ben durumu kontrol edip kimsenin beni görmediğinden emin olmak istedim. Çünkü Kıbrıs Pasajı`nda beraber aynı camiye gittiğim bir arkadaşın babasının da dükkanı vardı ve beni orada görmüş olabileceğini düşünmüştüm. O sırada oradan geçen Ş. nın oğlu A.`yı gördüm ve Kıbrıs Pasajı`ndan silah seslerinin geldiğini, cemaatten birilerine bir şeylerin olmuş olabileceğini söyledim. A. ise belki de tam tersi bir durumun meydana gelmiş olabileceğini söyledi. Sonra pasaja doğru gittim, Şehid Molla Mahmud`un hanımının da pasajın önüne geldiğini ve polislerin arasında ağlamakta olduğunu gördüm. Ortalığı biraz süzdüm ve minibüse binip oradan uzaklaştım. Amacım, her türlü ihtimale karşı üzerimde oluşabilecek şüpheleri dağıtmaktı. Ancak Emniyete gidip polis Durdu`ya rapor vermem gerekiyordu. İlerleyen saatlerde bir fırsatını bulup Emniyete gittim. Polis Durdu, neden zamanında gelmediğimi sordu. Ben de durumu anlatınca “iyi yapmışsın, aferin” dedi ve o zamanın parasıyla bana 10 milyon lira para verdi. O zaman bu para benim için çok değerliydi. Bilahare götürdüğüm her bilgi karşılığında bana bir ya da iki milyon para veriyorlardı. Ki bu para sayesinde onlara daha çok bağlanıyordum.
Polis Durdu, bu tür cinayet işlerinde bana daha fazla görev vermek istediğini belirtti. Ancak ben, bu tür tehlikeli işlerde artık görev almak istemediğimi belirtince bana çok kızdı. Daha sonra, “madem öyle, bundan sonra seni başka alanlarda değerlendireceğiz” dedi ve görev alanım değiştirildi.”
KİMDİR BU POLİS DURDU?
M.K`nin “Fail-i Polis” cinayetlerindeki işlevi, Molla Mahmud`un şehid edilmesinden sonra kendi anlatımlarına göre bitiyor ve görev alanı değiştiriliyor. Ancak öncesinde ve sonrasında devam eden yüzlerce cinayetlerin esrarı bugüne kadar aydınlanmış değil. Bu şekilde D.Bakır ve civar il-ilçelerde işlenen yüzlerce cinayet, bilahare Hizbullah arşivi üzerinden oluşturulan algı operasyonu kapsamında Hizbullah sanıklarının dava dosyalarına eklenerek “Fail-i Polis cinayetler” güya aydınlatılma yoluna gidiliyor.
İşin garip tarafı, Hizbullah arşivindeki bu tür bilgi ve belgelere rağmen Hizbullah sanıklarına cezalar yağdıran yargı erkinin, arşivden önlerine gelen bu tür bilgilere rağmen herhangi bir soruşturma açmamış olmaları ve bu tür verileri gizleme yoluna gitmiş olmalarıdır.
Ergenekon sürecinde bazı karanlık hadiselerin üzerine gidilirken Emniyet kanadında boğazlarına kadar kirli işlere bulaşmış terörist polis yapılanmasının üzerine gidilmemiş olması, Emniyet`te örgütlü bir durum arz eden ve bugünkü koşullarda adından söz ettiren “Paralel kumpasları” işaret ediyor.
Cevzet SOYSAL olayıyla ilgili tanık polisin verdiği ifadeler, bugünkü derin yapılanmanın aslında son dönemin ürünü olmadığı, bunların kökünün 1990`lı yıllara dayandığına işaret ediyor. Cevzet SOYSAL`ı katleden polislerin isimleri artık savcıların önünde. Ancak Molla Gıyasettin`i öldürten Komiser Ali Doğan`lar, Polis Hakan`lar, Polis Ahmet`ler, Polis Ertuğrullar… Komiser Durdu`lar, Polis Taci`ler hala deşifre edilmeyi bekliyorlar.