Hatırlanacağı üzere geçen 19 Ağustos günü Akit gazetesinin “Okur Köşesi`nde” Nizamettin Bekar imzasıyla yer alan “IŞİD TEHLİKESİ” başlıklı bir yazı yayınlanmıştı.
Yazının konusu IŞİD iken bir bölümünde yanlış bilgilerle Hizbullah üzerinden yürütülen kurgu hatası, özellikle sosyal medyada büyük tepkilere yol açmıştı.
Yazıyı kaleme alan N.Bekar, bir internet sitesinde düzenli yazan Milli Görüş camiasının bir mensubu. Tepkiler üzerine kendi köşesinde “Hizbullah” başlığıyla bir yazı yayınlayan N.Bekar, yazısında Milli Görüş içerisinde ümmet bilinciyle yetişmiş bir dava ve fikir adamı olduğunu vurguladıktan sonra şöyle diyor:
“Yukarıda yazdım, o yazım biraz amacını aşmış gibi. Kardeşlerimiz benden özür yazısı beklediklerini ifade ettiler. Ben de kardeşlik hukukunu göz önünde bulundurarak kardeşlerimden özür diliyorum. Fakat burada şunu da yazmak isterim ki kardeşlerimiz, kardeşlik hukukunun gereği olarak farklı yorumlara da açık olmaları lazım gelmektedir.”
Kardeşlik hukuku ve ümmet bilinci gibi vurgulamalar baş göz üstüne. Eleştiriye tahammül konusu da hakeza öyle... Lakin her devrin zalimlerinden eziyet çekmiş bir camiayı CIA ve Mossad tarafından kurulmuş diyerek üzerine makaleler, hatta kitaplar yazmak ne Milli Görüş`ün sıklıkla vurguladığı kardeşlik ve ümmet bilinciyle bağdaşır, ne de eleştiri kültürüyle izah edilebilir. Bunun daha ziyade iftira, hatta yazarın şikâyet ettiği küfürlerin en galiz kategorisine girdiği hususunu yine Hizbullah camiasını yakından tanıyan Milli Görüş çevresindeki insanların takdirine bırakıyorum.
Kaldı ki Hizbullah`ın isnat edilmediği hiçbir kirli yapıyı bırakmayanların ağzından nice yalanlar duyduk, ancak CIA-Mossad bağlantısını kategorik olarak tekrarlayıp duranlar ne yazık ki sadece Milli Görüş çevresindeki bazı insanlar olmaktadır.
“ÜST DÜZEY İSTİHBARATÇI!”
Bu absürt isnadı kendince derleyip Milli Görüş camiasının beğenisine sunan kişi Şevket KAZAN`dır.
Bilindiği üzere 28 Şubat süreci üzerine bir dizi kitap kaleme alan Refahyol hükümetinin Adalet Bakanı Şevket Kazan, Ağustos 2013`te yayınlanan “28 ŞUBAT, Postmodern Bir Darbenin Anatomisi” adlı kitabında Hizbullah`a özel bir yer ayırmıştır. Kazan, kendilerine yakın bir gazetede, “Üst düzey bir İSTİHBARATÇI`ya” atfen, 1993 tarihli bir yazıyı kitabına alarak “Amerikan Hizbullah`ı” kavramının içini doldurmaya çabalamıştır.
Bildiğiniz gibi 1996 yılında genel seçimler oldu. 28 Haziran 1996`da en çok oy alan iki parti koalisyona giderek Refahyol hükümetini kurdular. Refahyol hükümeti kurulur kurulmaz Türkiye`de askeri vesayet ve bağlantılı medya-siyaset-sermaye çetesinin ayaklanışı, dış bağlantılar ve dindar insanlar üzerinden yaşanan cadı avını hepimiz çok iyi hatırlıyoruz. Devlet denen aygıt, her türden değnekçileriyle yasama, yürütme ve yargı mekanizmaları üzerine çullanmışken iktidara geldiği düşünülen Refahyol hükümetine “kovulacak dilenci” muamelesi yapıldığı hala hafızalardadır.
CUMHUR ASPARUK SAYESİNDE GELEN İLHAM!
Gerek Şevket Kazan, gerekse “Amerikan Hizbullah`ı” kavramının içini doldurmak için ilham aldığı kendi gazetelerindeki istihbaratçı kaynaklı makale üzerinden yürüttüğü mantık kurgusu ile kendince vardığı sonuç şu olmuştur: “Amerika, Refah partisinin yükselişini engellemek ve Refahyol hükümetini düşürmek için Hizbullah`ı kurdu!”
Üstelik Şevket Kazan`a gelen bu ilham, nedense Refahyol hükümeti döneminde ve yıkılışında değil, 17 Ocak 2000 tarihli Beykoz operasyonundan sonra medya üzerinden yürütülen psikolojik savaş döneminde geliyor. Şevket Kazan`ın ilham almasını tetikleyen isim ise, Refahyol döneminde MGK Genel Sekreteri olan Org. Cumhur ASPARUK olmuş!
Şevket Kazan, yazdığı “Öncesi ve Sonrası ile 28 Şubat” kitabıyla ilgili 17 Şubat 2000 tarihinde Cumhur Asparuk`tan bir mektup aldığını söylüyor. Mektupta Asparuk`un Beykoz operasyonuna atfen 28 Şubat kararlarının alınmasında ne kadar geç kalındığını söylediğini belirterek cuntacıların hezeyanlarına cevap vermek yerine Asparukçu tayfaya belki de yaranmak amacıyla Hizbullah`ın Refahyol hükümetini yıkmak için Amerika tarafından kurulan bir örgüt olduğunu ispatlama çabası içerine girmektedir.
28 Şubat cuntacılarına yaranma dışında başka bir ihtimal vermediğim Kazan`ın, Hizbullah`ı karalama çabası çerçevesinde bir takım itiraf ve kurgulara yer vererek bir yandan Hizbullah`ın Refahyol hükümetini yıkmak için kurdurulan bir örgüt olduğu imajını çizmeye çalışırken, aynı zamanda cuntacılar tarafından Refahyol hükümetini zora sokacak hiçbir verinin Hizbullah bağlamında önlerine konulmadığını belirtmesi, herhalde Kazan`daki en büyük çelişki olsa gerek.
İşin gerçeği de bu şekildeydi. Refahyol`un düşürülmesinde rol alanlar hiçbir zaman bunu Hizbullah faktörüyle ilişkilendirmediler. Kaldı ki Hizbullah da Refah Partisini zora sokacak hiçbir fiiliyat içerisine girmemişti. Bir yandan Hizbullah etrafında Refah`ın yükselişini durdurmak isteyenlerin kurduğu bir örgüt portresi çizmeye çalışan Kazan, bir yandan da Hizbullah faktörünün önlerine getirilmeyişinden yana oldukça dertli görünüyor.
Mesela kitabın bir yerinde sonradan gazetecilerin Erbakan`a, “MGK toplantılarında hiç Hizbullah örgütü konuşulup tartışıldı mı?” sorusuna Erbakan`ın “Lafı dahi geçmedi” cevabını verdiğini söylüyor. Refahyol hükümetinin yıkılmasında öne sürdüğü Hizbullah faktörünün hiç etkisinin olmadığını aslında kendisi bu şekilde itiraf etmişken, bu kez farklı bir manevrayla herkesin konuştuğu Hizbullah`ın, irtica ile mücadele edenlerce neden bunu kendileriyle konuşmadığını sorgulamaya çalışmaktadır.
Bundan hareketle Şevket Kazan, dönemin hükümet üyesi veya Adalet Bakanı olmaktan ziyade sanki mahalle bakkalıymış gibi bir pozisyona bürünerek ilginç ve gerçeklerle bağdaşmayan, daha ziyade asker safında mevzilenip kendilerine karşı savaş açmış satılık kalemlerden alıntı yaparak tutarsız önermeler sıralamaktadır.
Mesela, mealen şu iddiayı öne sürüp kendince skandal cevaplar üretmeye çalışıyor:
-İrtica bahanesi ile dindar insanların üzerine bu denli gidilirken devlet neden Hizbullah`ın üzerine hiç gitmiyor?!
Refahyol hükümetinin iktidarda olduğu 28 Haziran 1996 ile 30 Haziran 1997 tarihleri arasında Adalet Bakanı sıfatıyla görev yapmış Şevket Kazan, güya bu dönemde irtica bahanesi ile dindar insanların üzerine en şiddetli şekilde giderken neden Hizbullah`a hiç dokunulmadığını açıklarken açıkçası insanın gülmesi geliyor. Güya bu zaman zarfında Hizbullah üzerine hiç gidilmemiş! Çünkü gitselermiş devlet içerisindeki kimi yapıların kirli çamaşırları ortaya dökülecekmiş! Onun için bisküvi markalarına bile karışan devlet, Hizbullah`a hiç karışmamış!!!
“AMERİKAN FERASETİNİN” CANLI TANIĞI!
Şimdi tarihlere ve Şevket Kazan`ın o dönemdeki sıfatına bir daha dikkat çekelim.
Haziran 1996 ile Haziran 1997! Şevket Kazan ise Adalet Bakanı! Kendi manifestosunda kuruluş tarihini 1979 olarak belirten Hizbullah, Şevket Kazan`nın tezine göre 1996`da iktidar ortağı olacak Refah Partisi`nin önünü almak için 17 yıl öncesinden Amerika tarafından kurulmuş! Herhalde “Amerikan ferasetine” bundan böyle Şevket Kazan`ı şahit tutmaktan başka elimizden bir şey gelmez artık!
1997 yılında “irtica ile mücadele” kapsamında milletin saçıyla, sakalıyla, bıyığıyla, yüzüğüyle, örtüsüyle, şalvarıyla uğraşacak kadar azgınlaşan devlet, Hizbullah`ı “irtica” kapsamına almamakla yetinmemiş, üzerine de hiç gitmemiş! Bunu iddia eden Şevket Kazan, Amerikan ferasetine çağ atlatsa da kendi ferasetinden feragat ettiğini maalesef kendi ağzıyla ikrar ediyor.
Evvela devletin “irtica” konsepti ile “terör” konsepti ayrı şeylerdir. O dönemde devlet, irtica safsatasıyla deyim yerindeyse ayak işlerini Refahyol hükümetine gördürürken, Hizbullah bahanesiyle terör konsepti çerçevesinde Kürdistan`daki dindar insanlar üzerinde dört dörtlük bir terör havası estiriyordu.
Adalet Bakanı sıfatıyla Kazan`ın iddia ettiği şekliyle “Neden Hizbullah üzerine gidilmiyordu?” dediği dönem, camilerin ablukaya alındığı, Kur`an dersi almaya giden küçücük çocukların bile polislerce tekme tokat dövülüp gözaltı merkezlerine götürüldüğü, camide yakalanmanın dönemin terörle mücadele kanunları çerçevesinde 9,5 yıl hapse mahkûm olmak demek olduğunu bilmeyen veya bildiği halde hakikati gizlemek adına bilmediğini iddia eden dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan portresiyle karşı karşıyayız.
EL İNSAF ŞEVKET KAZAN, EL İNSAF!
Öyle bir dönem ki, polisler camilere ayakkabı ile girip hürmet çiğniyor, orada Kur`an okuyan herkes en acımasız yöntemlerle araçlara doldurup gözaltı merkezlerine götürülüyor, işkence yöntemlerinin tümünden geçiriliyor, ardından Adalet Bakanı Şevket Kazan`a bağlı DGM`lerde terör örgütü mensubu olarak yargılanıp Hizbullah üyeliğinden en yüksek hapis cezalarıyla cezalandırılıyorlardı. Hizbullah bahane edilerek cami kapılarının ezandan 10 dakika önce, ezandan sonra 15 dakika açık tutulduktan sonra kapılarına kilit vurulduğu, geç kalanların camilerde namaz kılma imkânından bile yoksun bırakıldıkları en vahşi şartlar dayatılıyor. Ama nedense Adalet Bakanı Şevket Kazan bundan bihaber olduğu gibi, devletin neden bunların üzerine gitmediğini kendince sorgulayıp irdeleme komikliğine düşüveriyor.
Bakanlığına bağlı cezaevlerine neredeyse her gün kafilelerce insan Hizbullah bahanesiyle getirilip içeri atılıyor, cezaevinde işkence yöntemlerinin sürdürülmesi amacıyla Bingöl Cezaevi vahşetin pilot bölgesi olarak seçilerek A Takımı namında özel güvenlik birimi gardiyan sıfatıyla yerleştirilip neredeyse her gün işkence seansları uygulanıyor. Oysa dönemin Adalet Bakanı kalkmış, devlet neden Hizbullah`ın üzerine hiç gitmedi diyerek kendince yamuk izahatlarla gâvur töhmetlerinin üstüne yeni töhmetler ikame ediyor.
Camiye gitmek artık ateşten gömlek, Kur`an okumak Hizbullah üyeliği ile eşdeğer, camilerin kapıları sürekli kilitli, dindar insanlar bir taraftan irtica ile mücadele diğer taraftan terörle mücadele aygıtlarının arasında eziliyor. Her sakallı, Hizbullah ile ilişkilendirilerek potansiyel terörist muamelesi görüyor. Her sarıklı, Hizbullah militanı diye takip üstüne takip yiyor ama dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, devlet neden bunların üstüne gitmedi diye veryansın ediyor.
Gün ortası dindar insanlar kaçırılıyor, kimisinden ya hiç haber alınamıyor ya da aylar sonra ancak haber alınabiliyor. Devlet kontrolündeki çeteler en aşağılık yöntemlerle dindar insanların üzerine çullanıyor, cezaevlerinden bile devşirdikleri insanları kısa süreliğine dışarı çıkararak onların eliyle dindar insanlar katlediliyor. Hizbullah ile ilişkili olduğundan şüphelenilen insanların evleri, işyerleri 24 saat kesintisiz gözetim altında tutuluyor. Baskılardan bunalan binlerce dindar evini barkını terk ederek hicret etmek zorunda bırakılıyor. Oysa dönemin Adalet Bakanı Şevket Kazan, devlet neden bunların üstüne gitmedi diye tozu dumana katıyor.
MİLLİ GÖRÜŞ`Ü ÇÖKERTENLER ŞEVKET KAZAN İÇİN REFERANS OLUYOR!
Yukarıda da değindik, Refahyol`un çökertilmesi sürecinde ne cuntacılar Hizbullah`ı gerekçe yaptılar, ne de Refah yetkilileri hükümetin çökertilmesinde Hizbullah faktörüne sarıldılar. Hizbullah`ın Refahyol hükümetinin çökertilmesinde önemli bir faktör olduğu iddiası ancak 2000 yılında yapılan Beykoz operasyonundan sonra Şevket Kazan tarafından keşfediliyor.
Keşfetmesinde de dönemin hükümetine karşı fitne fırtınasının odağında bulunan MGK sekreterinin Şevket Kazan`a gönderdiği mektuplu ilham sayesinde gerçekleşiyor. MGK sekreterinin ilhamıyla büyüye kapılan Şevket Kazan, adeta kendi katiline aşık olurcasına psikolojik harp unsurlarının 2000 yılında Hizbullah üzerine kopardıkları fırtınalara nimet değeri biçiyor.
Hatırlarsanız 2000 yılına gelindiğinde 28 Şubat süreci epeyce sorgulanmış, sürece etki eden içerdeki çete bileşenleri ile Amerikan parmağı tüm detaylarıyla açığa çıkmıştı. Artık irtica tehlikesi yerine cuntacılar ve bağlantılı çetelerin ülkeyi nasıl bir badireye sürükledikleri tartışmaları başlamış, yaşanan siyasi ve ekonomik krizlerin sorumluları birbirini suçlamaya başlamış, kimlerin kimin hesabına çalıştıkları ortaya çıkmış, irtica gerekçesiyle yapılan talan ve vurgunların devasa boyutları ortaya çıkarılarak oluşan vahamet tablosu sorgulanmaya başlanmıştı. Beykoz operasyonu bu yönüyle cuntacılar tarafından bir fırsat olarak değerlendirilmiş, 28 Şubat kararlarıyla ülkeyi batıran çıkarcı çeteler, irtica ile mücadelede ne kadar haklı olduklarını ispatlamak için Tantancı tayfayla güç birliği ederek boşa çıkan pozisyonlarını tahkim etme yoluna gitmişlerdir. Cuntacı ile Tantancı tayfa bu anlamda en iyi şekilde medyadaki tetikçileri organize ederek bir taraftan Hizbullah üzerine psikolojik harp tekniklerini sonuna kadar kullanmış, diğer yandan da 28 Şubat`ın haklılığına vurgu yaparak kirli yüzleri deşifre olan cuntacı tayfanın imdadına koşmuşlardır.
Cuntacı ile Tantancı tayfanın giriştiği bu kirli işbirliği, Şevket Kazan`ı epeyce etkilemiş, 2000 yılında Hizbullah üzerine uyguladıkları medyatik psikolojik harp bu bağlamda Şevket Kazan için farklı dünyaların kapısını aralamıştır.
Şevket Kazan, aynı zamanda cunta talimatıyla Refahyol hükümetini dumura uğratan medyatik psikolojik savaş erkinin, 2000 yılında kaleme aldıkları yazılı hezeyanlarına yer vererek mesnetsiz iddialarını ispatlamak için kendi cellatlarının sözcüsü konumuna düşmüştür. Bu bağlamda iddialarını ispat etmek adına medyatik alıntılara başvuran Şevket Kazan, kendi hükümetini yıkan kalemler veya şahıslar olduğu gerçeğini ıskalayarak Fethullah Gülen, Rauf Tamer, Cüneyt Ülsever, Gülay Göktürk gibi isimlerden alıntı yaparak Hizbullah`a karşı cunta namına psikolojik harp uygulayan zevatın kollarına kendini teslim etmiştir.
BALTAYI TAŞA VURDUĞU AN!
Kendi katillerine bu denli kendini teslim eden Şevket Kazan`ın baltayı taşa vuracağı bir an olmalıydı. Hızını alamayarak tetikçi alıntıların içine dalan Kazan, Batman`da Vali Salih Şarman tarafından koruculardan oluşturulan Özel Karma Birlikleri de Hizbullah ile ilişkilendirerek güya Hizbullah üzerine gitmeyen devletin bir de Karma Birlikler vasıtasıyla Hizbullah`a silah desteği sunduğunu sorgulamaya çalışıyor.
Bu konu biraz uzun olduğu için detaylarına girmeyeceğim. Ancak şu Karma Birlikler ve kaybolan silahlar konusunun ne zaman gündeme girdiğini bilseydi, herhalde Şevket Kazan uçuk iddiasından dolayı utancından başını kaldıramayacak duruma gelir, keşke zamanında bizi de hançerleyen psikolojik harp unsurlarının iddialarına kanmasaydım diye çokça hayıflanacaktı.
Efendi! Karma Birlikler ve Vali Salih Şarman`la anılan kayıp silahlar konusu 2000 yılında duyuldu. Bu skandalın Türkiye gündemine girmesinin 2000 yılında olması ise tesadüf değildi. Beykoz`da ele geçirilen Hizbullah arşivindeki bilgiler arasında şu Karma Birlikler meselesi ve bu mesele etrafında dönen karanlık işleri içeren bilgiler ele geçirilmişti. Çünkü Batman`da Karma Birlikler üzerinden dönen karanlık oyunlar Hizbullah`ı da hedef almış, bu kirli oyunda yer alanlardan bazıları Hizbullah tarafından ele geçirilerek elde edilen itiraflar arşivlenmiş, arşivin ele geçirilmesiyle de bu konu açığa çıkarak Türkiye`nin gündemine girmişti. Bu kirli oyunda Vali`den Cumhurbaşkanına kadar herkesin parmağı yer aldığı için de psikolojik harp unsurları devreye sokulmuş, olay çarpıtılarak kamuoyuna yansıtılmıştır. Böylece rutin dışına çıkan tüm yetkililer korumaya alınarak olay Hizbullah`ın karalanması çabalarıyla kapatılmıştır.
Dahası var. Şevket Kazan, medyatik harp unsurlarının propagandalarıyla Batman merkezli komplolara teşne olurken ve devlet neden Hizbullah`ın üzerine gitmedi deyip kendince sorgulamalar yaparken, bizzat Batman`da, üstelik Refahyol hükümeti döneminde Hizbullah ile mücadele kapsamında kimlerin sübvanse edildikleri tarafımızca malumdur. Yurt, dershane vs. için arsa, malzeme tahsisinden tutun da Batman – Ankara hattında özel görevler alan Refahçı görünümlü özel şahıslar sadece ve sadece Hizbullah ile mücadele şartı çerçevesinde nasıl mekik dokuduklarını, hangi bakanlar nezdinde etkilerini kullanarak hangi gruplara saatler içerisinde mucize ödenekler çıkarttıklarını çok iyi biliyoruz.
REFAH PARTİSİ`Nİ NEDEN SUÇ ORTAĞI GÖRMEDİK?
Açıkçası Refahyol dönemini de kapsayan yıllar, devletin neredeyse terörle mücadele konseptini tümüyle Hizbullah`a has kıldığı yıllardı. Her türlü entrikanın, tüm kirli icraatların Hizbullah üzerinde denendiği yıllar, Refahyol hükümetinin de iktidarını kapsayan yıllardı.
Oysa Hizbullah cemaatinden hiç kimsenin Refah Partisini bu bağlamda suçladığına tanık olmadım. Çünkü her ne kadar iktidar ortağı olsa da vesayet döneminin en ağır şekilde uygulandığı bu dönemde iktidar ortağı olarak Refah Partisinin yaşadığı zorlukları, kendilerine dayatılan alçakça uygulamaları yakından görüyor ve en az onlar kadar bunun acısını yüreğimizde hissediyorduk. Kendileri zalim tayfanın hışmına uğramışken kalkıp maruz kaldığımız cunta terörünün faturasını iktidar ortağıdır diye Refah Partisine kesmek o dönemde 2013 yılının Şevket Kazan sendromuna yakalanmak gibi olacaktı.
Çok şükür, bu sendroma yakalanmadığımız gibi, o dönemde tüm zorluklarımıza rağmen Refah ve Milli Görüş çevresinin sevinçleriyle sevindik, üzüntüleriyle de sadece üzüldük. Hiçbir zaman şu Refah Partisi olmasaydı, cuntacılar bu kadar kudurmazlardı deme basitliğine düşmedik. Kardeşlik hukukunu da, ümmet bilincini de sıradanlaştırma basitliğine düşmedik. En zor dönemde bile hukuk ve bilinç testini konjonktürle çıkarlara peşkeş çekmedik.
Refah Partisinin hiç mi eksiklikleri, yanlışlıkları yoktu? Eksiklik veya yanlışlıklarını ulusalcı jargona sığınarak Amerikancılıkla izah etmek çok mu zordu? Veya artık sıradanlaşan karalama kültürüne sığınmak herhalde zor bir iş değildi. Oysa hiçbirini yapmadık. Hatta eksikliklerini, yanlışlıklarını, hatalarını bile zikretmek bir yana, bunları düşünmedik bile. Nedeni de çok basitti: Cuntacıların, yerli işbirlikçilerinin, hatta doğrudan Amerikan çevrelerinin tamamen haksız gerekçelerle sıkıştırmaları karşısında sadece cuntacılara, satılmış tayfalara ve bilumum din düşmanlarına lanetler yağdırdık.
Durumumuz bu iken, cuntacıların dayattığı karanlık süreçten yıllar sonra yine cuntacıların tetikçilerinin hezeyanlarını referans alarak İslami bir camiaya saldırmak, yıllar sonra yeni bir günah keçisi bulmanın sevinciyle şaha kalkmak, bizim nazarımızda TEKFİR etmekle eş anlamlı olan CIA-Mossad ile bağlantılandırılmak, bırakın muhabbet duyduğumuz Milli Görüş çevresine, iman sahibi hiçbir kişi ve çevreye yakışmaz, yakıştırmayız.
Şevket Kazan, bu haliyle kendisine yakışmayan sıradan iddiaları ispatlama çabasına girmekle kalmamış, aynı zamanda Milli Görüş çevresinden birçok kişinin de bu şekilde yanlış bilgilenmesine sebep olmuştur. Burada kendisi, dindar insanlar üzerine terör estirenlerin psikolojik harp ürünü propagandalarına alet olup zulme uğrayanlara karşı propagandanın aracı olmamalıydı. O dönemde camilerden alınıp hiç alakası olmadığı halde sırf dosyaları kapatmak adına faili meçhul cinayetlerle suçlanarak bugün bile hala cezaevlerinde yatanların ahını almak, bu büyük vebalin altına girmek, ne Şevket Kazan`a, ne de Milli Görüş çevresinden hiçbir insana kısmet olmamalıydı.
Ne Şevket Kazan ne de hiçbir Milli Görüşçü, darbenin anatomisini ortaya çıkarmak adına büyük vebalin anatomisine teşne olmamalıydı.