BDP destekli vekiller, Hatip Dicle`nin vekilliğinin düşürülmesinden ötürü; CHP ise, Silivri`den TBMM`ye açılan tünelin tıkanması nedeniyle süreci boykot-protesto yöntemine başvurdu.

Tüm siyaset kurumları, medya ve ilgili kurumlar, tıkanan sürecin nasıl aşılacağı ile meşgulken, devreye giren Çankaya faktörü büyük ihtimalle “müdahale edilemez” denen şu ucube yargı kurumuna ayar çekmek suretiyle bir “orta yol”           bulacaktır.

Geçen hafta “Yezid`e İsyanım” başlıklı yazımızda, İhya-Der`e verilen ve gündemdeki Esad rejiminin yargı sistemini aratan insanlık dışı cezaya karşı itirazımızı biraz farklı bir üslupla dile getirmiştik. İlgili yazıya çok farklı tepkiler geldi. Öven de, yaren de..

Şunun bilinmesinde yarar var. Türk idari sisteminde her ne kadar “Kuvvetler ayrılığı” prensibi söz konusu ise de, yeri geldiğinde “Ayrılan kuvvetlerin” yekvücut halinde taarruza geçtiği; yine yeri geldiğinde yargıya gerekli müdahale ve talimatların verilebildiği aşikardır. Yargının gerektiğinde Kel Ali kafasıyla hareket ederek kılıç salladığı, yine gerektiğinde operasyonel ve ajitatörler eşliğinde “Dört Alilik” bir ekip ruhuyla hareket ettiği bilinmeyen bir husus değildir.

Hatip Dicle hakkındaki karar nitelik olarak tutuklu diğer vekillerden farklıdır. Dolayısıyla nasıl bir netice ile sonlanacağı şimdilik meçhul gibidir. Ancak tutuklu diğer vekillerle ilgili kararda belki doğrudan belki de kanun maddelerinde yapılacak değişikliklerle büyük ihtimalle meseleye çare bulunacaktır. Nitekim adaylık sürecinde YSK eliyle yapılan bir manevra sonrası Sabahat Tuncel hakkında yerel mahkemenin vermiş olduğu ceza kararında düzeltme yoluna gidilerek süreç kısmi olarak aşılmış, müdahale edilemez denen yargıya yapılan Çankaya müdahalesinden sonuç alınmıştı. Elbette hiç kimsenin, yürürlükteki yasa ve yargı erkinin komplocu kafa yapısıyla mağdur edilmesini beklemeyiz. Mağduriyete yol açan kararların belki kanuni zeminleri vardır ama hukuki hiçbir izahı yoktur. Ancak karar düzeltme yollarına gereksinim duyulmasının da sadece “beyefendilik” tavırlarla gerçekleşmediği de görülmektedir.

Her şeye rağmen ortaya çıkan fiili durum şudur. Birileri ortalığı karıştıracaksa, yargının keyfi tutumuna müdahale edilmektedir. Bunun dışında yargı eliyle düzenlenen komplolar ve keyfi kararlar, beraberinde getirdiği mağduriyetler nedense görmezden gelinmektedir.

Hep söylenen şu olmuştur: Hak aramaya evet, ancak kanun dışı yollara hayır! Gel gör ki öyle bir fiili durum oluşturulmuştur ki, hak arama yöntemine tüm devlet kurumları kör ve sağır kesilmekte, insanlar keyfi mağduriyetlerle baş başa bırakılmaktadır. Doğal olarak da insanlar yasa dışı yöntemlere yönelmekte, bu yöntemlerle sonuç elde etmekte, alınan sonuçlar da yasa dışılığın, bazen de şiddet yönteminin meyveleri olarak insanların dikkatine sunulmaktadır.

Bugün için Meclis özelinde BDP ile CHP kıyasıya eleştirilmekte, her türlü komplo senaryoları üretilme yoluna gidilmektedir. Kim kiminle bağlantılı ya da kimin eli kimin cebinde, ayrı mesele. Ancak oluşan fiili durum, BDP ile CHP`nin isteklerini elde etmek için doğru yöntemlere başvurdukları kanaatini uyandırmaktadır. Belirttiğimiz gibi büyük ihtimalle yargıyı esir alan “Dört Aliler” divanının red kararlarına rağmen tutuklu vekillerle ilgili tıkanıklık aşılacaktır. Bu da, yargıya müdahale edilmek suretiyle gerçekleşecektir. Ve bir kez daha insanlar şuna kanaat edeceklerdir. Yargı kararlarının tümünün siyasi olduğu, hukuki hiçbir nitelik taşımadığı, gerektiğinde de hükümet ya da Çankaya`nın müdahale edebilecek durumda olmasıdır.

Şimdi geçen hafta gündemimizin en önemli maddesi olan Elazığ İhya-Der davasına tekrar bakalım. Aynı mahkemenin 25 dakika aralıklarla aynı konuda verdiği iki farklı karar, zaten başından beri hukuki nitelik taşımadığını göstermişti. Buna tepki olarak onlarca basın açıklaması düzenlendi, itirazlar yapıldı, yapılan keyfi işlemlere dikkat çekildi. Elbette bunların yapılması gerekliydi. Ancak hükümet başta olmak üzere ilgili tüm kurumların buna duyarsız kalması, mağduriyetlerin görmezden gelinmesi, ancak beri taraftan farklı yollara başvuranların imdadına hemen çare arayışına girilmesi, acaba insanlarda nasıl bir duygunun oluşmasına yol açacaktır.

Burada yasal yollarla itirazlar mağduriyetleri katmerleştirirken, farklı mecralara sapmanın mağduriyetlere çözüm getirdiği tablosunun belirmesi, sistemin bir çelişkisi olsa da kitleleri farklı yöntemler düşünmeye sevk ettiği gerçeği gözlerden kaçmamaktadır.

Elbette herkesin beklentisi, kitlelere vaat edilen adalet anlayışıyla hareket edilmesidir. Keyfiyete göre hareket eden bir yargı anlayışı, sistemin tüm yapı taşlarına karşı güvensizliği derinleştirir. Bu da hak arama mecralarının değişmesine yol açar ki, böyle bir durumda mağduriyet duygusuyla hareket etmek zorunda bırakılanlara kuyruk takma ucuzluğuna kaçmak yerine adam akıllı bir düzenlemeye gitmek, sistemin patronları açısından en uygun yöntem olacaktır.

Şundan emin olunuz ki, BDP`liler de CHP`liler de Meclise girip yemin etmiş olsalardı, hiç kimse onların (haklı ya da haksız) isteklerini dikkate almazdı. Çankaya faktörü ise asla devreye girmezdi.

Tıpkı İhya-Der üyelerine dönük gelişen mezalime karşı takınılan umursamazlık tavrında olduğu gibi.

Elbette şu ayırımcılığın da farkındayız. Basın açıklaması ve gösteri hürriyeti, anayasal teminat altındadır. Ancak İhya-Der zulmüne karşı düzenlenen basın açıklamaları bile izin alınmadan yapılmış olsaydı, İhya-Der davasını dahi aratacak başka davaları da peşi sıra beraberinde getirecekti. Nitekim İhya-Der üyelerine verilen vahşiyane cezaların en önemli gerekçeleri, izin alınarak düzenlenen benzer etkinlikler değil miydi?

Şimdi merak edilen şu: Tutuklu vekiller için devreye girerek yargıya ayar çekeceği muhakkak olan Çankaya ve siyasi iradenin vicdanı, İhya-Der zulmüne karşı da bir şeyler yapacak mı?

Hizbullah tahliyeleri üzerine MİT, Emniyet ve yargı mekanizmasını devreye sokan Çankaya ve siyasi iktidarın kimi aktörleri, bu vicdansızlığı da görebilecekler mi?