Ak Parti`nin iktidarda bulunduğu on bir yıllık süre zarfında İran`la en fazla siyasi gerginlik yaşadığı dönem, “Arap Baharının” Suriye`ye sarktığı 2011 yılı ile başladığını herhalde kabul edersiniz. Suriye`deki ayaklanmaya müdahil olan ülkelerin sayıca çokluğunu da bilirsiniz.
Hatta durum öyle bir hal aldı ki görünürde muhaliflerle rejim güçlerinin kıran kırana yaptıkları savaş sürüp gitse de aslında bu savaşın diğer bir yönüyle müdahil ülkelerin strateji savaşına döndüğünü de herhalde kabul edersiniz.
Bu strateji savaşında zıt kutuplarda yer alan iki öncü ülkenin de İran ile Türkiye olduğunu belirtirsek herhalde abartmış olmayız. Suriye ve bölgenin başka yerlerinde İran ile Türkiye stratejik bir satranç oyununu icra ederlerken bu mücadelenin iki ülke yetkililerinin siyasi jargonuna çok da yansımadığını siz de fark etmişsinizdir.
Nedeni mi? İşte bugün önü alınmak istenen ticari ilişkilerinin artan hacmi ve bunun iki ülke için de ifade ettiği önemden dolayı idi. Bölgesel bazda kıran kırana bir siyasi rekabet, ama öbür taraftan artan ticaret hacmi! Çelişik gibi dursa da aslında ülkeler arası ilişki biçimleri biraz da böyle bir şey olsa gerek.
Bir başka çelişkili nokta daha! Artan ticaret hacmine rağmen gerginleşen ilişkilerde Türkiye gibi tavır takınan ülkeler kısacası “Suriye dostları” koalisyonunun tümü idi ve siyasi cephe olarak Türkiye`nin yanındalardı. Aynı zamanda hepsi de Türkiye gibi bölge üzerinde İran ile ölümcül bir nüfuz mücadelesi yürütüyorlardı. “Suriye dostlarının” başını çeken Amerika, tek yanlı kararlarla İran`a yönelik ambargo kararlarını bu dönemde periyodik aralıklarla sıkılaştırırken Türkiye`nin İran`la artan ticaret ilişkisine tek bir laf dahi edilmedi. Belki de Türkiye, bu dönemdeki siyasi konjonktürü, ticaretini geliştirme vesilesi yaparak ambargodan en fazla kâr elde edecek şekilde bir eko-politik yöntem uyguladı. Ambargoyu aşma derdine düşen İran için de bu durum hayli memnuniyet vericiydi.
Gün oldu devran döndü ve aralarında Türkiye`nin de bulunduğu “Suriye dostları”nın bölgesel politikası çıkmaza girdi. Suriye üzerinden devreye sokulan “siyasi çözüm” ve diyalogun ilk yansımaları, Amerika ve batılı müttefiklerinin İran`la yeniden diyalog masasına oturmasına yol açtı. Nükleer müzakerelerdeki ön anlaşma, beraberinde ambargoyu “hafifletme” ihtimalini doğurdu. Bunun anlamı, İran`la ekonomik ilişkilerin yeniden canlanması ve İran petrollerinin dünya pazarlarındaki dolaşımının kolaylaşması idi. Dünyanın sayılı petrol ihracatçısı ülkeleri arasında bulunan İran petrollerinin ekonomi pazarındaki etkisi az değildir. Bu da küresel aracılar ve finans kurumları için bambaşka bir önem ifade etmektedir.
Şimdi şu çelişkiye dikkat edin. İran`a ambargonun en sıkılaştırıldığı dönemde açıktan Türkiye`ye itiraz etmeyen güç odakları, İran`la ilişkileri düzeltme ihtimalinin arttığı bir dönemde Türkiye`nin İran`la süren petrol merkezli ticari faaliyetleri ve bunun tekabül ettiği “büyük kabahati” yeni keşfetmiş numarasına yatmaya başladılar.
İran`la diyalog süreci biraz daha ilerlerse İran petrolleri kısıtlama olmaksızın dünya pazarına açılacak, bundan da petrol komisyoncuları ve para akışını kontrol etme üzerine “Paralel vesayet” kuran dünya finans devleri faydalanacak. Oysa Türkiye, ambargonun sürdüğü dönemde bunun alt yapısını zaten oluşturmuş, parayı kontrol edecek finans kurumu olarak Halkbank`ı devreye sokmuş, para transfer pastasına deyim yerindeyse peşinen el koymuş vaziyettedir. Para transferlerine aracılık yapan bankacılık ve finans sektörlerinin önemini çok basit iki örnekle açıklamakta fayda var.
Avrupa`nın irili ufaklı birçok ülkesinin en basitinden tuz üretecek rezervleri dahi bulunmazken kişi başına düşen milli gelirlerinin Türkiye`deki kişi başı milli gelirin en az on katına tekabül etmesinin sırrı, dünya finans kuruluşlarının etkisiyledir. Mesela “İsviçre bankaları” kavramının küresel finans sistemindeki yerini az çok bilirsiniz.
Ya da televizyonlardaki banka reklamlarına dikkat etmişsinizdir. Mesela “Emekli maaşı hesabını x bankasına taşıyana şu kadar promosyon” reklamları gibi. En basit bir emekli maaşına dahi neredeyse bir maaş kadar promosyon veren bankaların bu maaş akışından ne kadar kâr elde ettiklerini bilmesek de bunun bankalar için kâr endeksli bir önemi olduğu ortadadır. Bunu milyar dolarlara tekabül eden ülkelerin petrol gelirlerine aracılık edecek bir finans kurumunun elde edeceği kâr marjıyla karşılaştırırsanız herhalde önemini daha iyi fark etmiş olursunuz. Yani anlayacağınız, para akışına yön vermek bankacılık sektörü için çok önemli bir gelir kalemi ve aynı zamanda küresel finans sektörünün bel kemiği niteliğindedir. Daha ziyade Yahudi sermayeli olan küresel finans sektörü işte bu pastayı kimseyle paylaşmak istemiyor, bu pastaya göz dikenleri de değişik ayak oyunlarıyla saf dışı etmek için elinden geleni ardına koymuyor. Bugün Türkiye`nin Halkbank aracılığıyla yapmaya çalıştığı şey de bu pastaya ortak olma çabası ve 17 Aralık operasyonunun ilk hedefi de Türkiye`nin pastadan pay alma girişimlerine cevap vermek olmuştur.
İran petrollerinden kaynaklanan para akışına hükmetmek isteyeceksin, Irak Kürdistanı üzerinden dünya pazarına ulaştırılacak petrol parasının transferinde kendi bankanı yetkili kılacaksın, Şahdeniz-2 projesi için aynı bankayı öne çıkaracaksın ve uluslararası finans terörü seni rahat bırakacak! Olacak iş değil.
Gezi mi? Dershane mi? Yolsuzluk iddiaları mı? Geç bu ayakları hemşerim, bunların her biri kendi içerisinde ayrı bir teferruat! Birkaç ağacın, dershane penguenlerinin ya da yolsuzluk operasyonlarının siyaseti dizayn etmeye ayarlandığı, iktidar değiştirip sakil adamlara iktidar koltuğu vaat etmeye dönüştürüldüğü nerede görülmüş?
Paralel yapılara göz kırpıldığı, Amerikan elçiliğinin “siyaset dershanesine” dönüştürüldüğü, Ricciardonelerin “dershane öğretmenliği” icra ettiği, Kılıçdaroğullarının iktidar sınavına hazırlık kursu niyetine “Elçilik dershanesine” kayıt yaptırdığı ve tüm bu olup bitenlerin “yolsuzluk operasyonları” üzerine kurulduğu nerede görülmüş?
Genel müdürlüğü döneminde meşhur bir kamu kurumunu iflas ettirmeyi başarmış bir ismin “Elçilik dershanesinden” alacağı başarı belgesiyle iktidar sınavını kazanacağını mı zannediyorlar? Emin olsalardı başarının sırrını “Bedduada” aramaz, türbe niyetine “Malikânelere” çaput bağlamazlardı.
Elbette her şey, Halkbank bağlantılı ekonomik boyuttan ibaret değildir. Bu, sadece hesaplaşma için bir vesile olarak seçilmiştir, başka yöntem denemeleri de peşi sıra gelecektir. İşin aslı, bir bütün olarak “Suriye dostlarının” bölgesel politikalarda yaşadığı kırılma ile ilintilidir.
Çok fazla detaylara şimdilik girmeyerek şunlara dikkat çekelim. Bir kural olarak hep şuna vurgu yapılır: Dış politikada yaşanan başarısızlığın iç politikaya mutlaka bir faturası olmaktadır.
Suriye üzerinden “Dostların” yaşadığı politik kırılma, siyasi sürece kapı araladı. Siyasi süreç, aynı zamanda ülkelerin iç politikalarına çıkacak faturaya da karşılık gelmektedir. Çıbanın başı Amerika, İran`la siyasi uzlaşıya rıza gösterdi, yani boyun eğdi. Hem de siyonistlerin tüm itirazlarına rağmen… Suriye`de Türkiye ile partner olan Katar`da yumuşak darbe yaşandı ve eski emir sessiz sedasız tahtına elveda etmek zorunda kaldı. Mısır`da darbecilik en ilkel yöntemlerle icra edilmesine karşın en övülen darbe konumuna çıkarıldı. Tüm politik belirlemelerini Esad sonrasına göre ayarlayan iki ülke kalmıştı: Suudi ve Türkiye.
Suudi, Suriye`de halen direnmesine karşın klasik bir manevrayla Mısır darbesini alkışladı, ayrıca Tel Aviv`in “emir eri” olma rolünü daha belirgin hale getirdi.
Geride kalan Türkiye ise bir taraftan darbeci Sisi yönetimine cephe aldı, diğer taraftan yürürlüğe giren Amerika`nın yeni Suriye politikasına uyum sağlamaya yanaşmadı ve alternatif arayışlara yöneldi.
Çin ile hava savunma anlaşması, Şangay örgütüne yaklaşmak, enerji pazarlıkları konusunda “başına buyruk” hareketler, vs.
Yeni politik gelişmelerde Türkiye`yi yanında görmek isteyen Washington`daki mahfiller Erdoğan`ın artık iflah olmaz bir yola saptığına karar verdiler. Şu an yaşananlar, “iflah olmaz” kanaatine karşı yürürlüğe konulan operasyonel uygulamadan başka bir şey değil.
Amerikan yavrucakları bir bütün olarak hesap sorma mekanizmasında müfettişlik görevlerini amansızca icra ederlerken, yine de vurgulamış olalım ki asıl olgu, dış politikada yaşanan başarısızlığın iç politikaya faturası olarak da okumak belki büyük resmi görmenin bir başka yoludur.