Türkiye`de normalleşme sürecinden bahsediliyor, normalleşme kampanyaları düzenleniyor. Bu tür kampanyalarda 28 Şubat sürecinde uygulanan cadı politikalarına atıflar yapılarak normalleşmenin nimetleri sıralanıyor.
Türkiye`de dün ırklar/dinler/mezhepler üzerinden yürütülen ayırımcı politikalar bugün etrafımızı kuşatan “normalleşme” sürecinde cemaatler üzerinden yürütülüyor. Hal böyle olunca 28 Şubat sürecini yaşayan cemaatlerin büyük çoğunluğu bugün için gerçekten de “Normalleşme” havasını iliklerine kadar teneffüs ederlerken kimi cemaatler ise halen 28 Şubat soğuğunu iliklerine kadar yaşıyor.
28 Şubat sürecinde Hizbullah dışında kalan tüm cemaatler sürece özgü baskı politikalarıyla sindirilmeye çalışılırken Hizbullah cemaati, israil hegemonyasında uğrayabileceği olası tüm çirkefliklere TC sınırları dâhilinde hedef olmuştu.
28 Şubat cenderesini atlatabilen diğer cemaatler bugün için söz konusu olan “Normalleşme” süreciyle gerçekten de rahat nefes almanın tadını çıkarırken Hizbullah Cemaati bu süreçte 28 Şubat standartlarını bile yakalayabilmiş değildir.
28 Şubat “rahatlığını!” yaşamak demek, baskı, takip, taciz, sindirme, provokasyon girişimleri, sahte delil ihdası ve gereğinin savcılıklara intikali, vs. yapılabilecek tüm çirkefliklerin açık hedefi olmak demektir. Dahası, Hizbullah`la ilişkilendirilen tüm sivil kurumların kolluk ve istihbarat birimlerince yakın markaja alınarak “terör yuvası” muamelesine tabi tutulmasıdır. Bunun yanı sıra 28 Şubat sürecinde diğer cemaatlere yönelik operasyonel faaliyetlerin tümü MGK kararları doğrultusunda Doğu-Batı Çalışma Gruplarınca yayınlanan genelge ve eylem planları doğrultusunda şekilleniyordu. Bugün için Hizbullah`a yakın olduğu değerlendirilen sivil kurumlara karşı da aynen 28 Şubat sürecindeki gibi MGK kararları ve bu kararlara istinaden Başbakanlıkça yayınlanan genelge ve eylem planları uygulanmaktadır. Bunun ne anlama geldiği ise gayet açıktır.
“Normalleşme” şartlarında polis ve bağlantı kurduğu çeteci yapılanmaların HÜDA PAR ve İslami STK`lara dönük takip, taciz, saldırı, taşlama, kundaklama, bombalama, Molotoflama gibi tüm taşkınlıklar her ne kadar yasadışılıkla, kanunsuzlukla, keyfilikle izah edilip neden failler yakalanmıyor deniyorsa da aslında durumun tam da bu şekilde olmadığını belirtmek gerek.
Malumunuz Türkiye gibi ülkelerde iç işleyiş ve güvenlik mülahazaları sadece Ana/Babayasalarla yürütülmemektedir. Kırmızı kitaplar, gizli yasalar, MGK kaynaklı öngörüler, bu öngörülere dayanarak Başbakanlıkça yayınlanan genelge ve eylem planları kanunsuzluk olarak gördüğümüz gayri meşru tüm icraatların devlet katında meşruiyet zeminine oturtulmuş halini oluşturmaktadır.
Hal böyle olunca Yüksekova`da dernek yöneticisi katledilmiş, Cizre`de evlere/derneklere açıktan bombalar atılmış, D.Bakır`da dernekler bombalanmış, Batman`da Emniyet/BDP provokasyon yapmış, polis çilingir sofrası eşliğinde keyfi ortam dinlemesi yapmış ve siz istediğiniz kadar hiç birinin faili yakalanmamış deyin, sonuç değişmiyor. Her yapılan, yapanın yanına kâr kalıyor. Çünkü bu tür provokasyonları organize edenler, yapanlar, yaptıranlar görünürdeki yasalara aykırı hareket ediyor görüntüsü verseler de kendilerince bir “meşruiyet” zeminine sahip bulunmaktadırlar. Aleni saldırıların hiç birisinin failinin yakalanmamasının sırrı da işte burada yatıyor.
Dikkat ederseniz dershane tartışmaları Taraf`ın 2004 MGK kararını ve karara istinaden yayınlanan eylem planlarını manşet yapması, olayın farklı bir mecraya dönüşmesine sebep oldu. Önce şu ilkenin altını çizelim: Gülen Cemaati, kendisini hedef alan MGK kararı ve buna bağlı yayınlanan genelgeleri ifşa edip itiraz etme hakkına sahip değil midir? Elbette sahiptir. İfşa etme hakkına da hesap sorma hakkına da sonuna kadar sahiptir. Ancak belge ele geçirmenin bu çevre için çocuk oyuncağı olduğu bir ortamda çok önceden ele geçirildiği değerlendirilen malum belgeler üzerinden pusuya yatıp hükümeti işlevsizleştirmeyi isteyen eski vesayet özlemcileriyle ortaklık kurması ve işi farklı kulvarlara çekmesi, haklı pozisyonunu şaibeli ve tartışmalı hale getirmiştir. İtirazın yükseldiği nokta da burada başlamıştır. Burada dikkat çeken durum, MGK kararını teşkil eden belgeden haberdar oldukları halde bunu zamanında servis etmeyip dershaneler üzerinden vesayet özlemcileriyle beraber hükümetle hesaplaşma aracı olarak kullanmaları, belgenin içeriğinden daha ziyade belgeye yüklenen işlevi sorgulama sonucunu doğurmuştur. Belgenin tarihi ile hesaplaşma zamanı arasında geçen sürede aynı grubun gücüne güç katan hormonal aşı ile kat ettikleri büyüme mesafesi ise ayrı bir tartışmanın konusudur.
Tekrar asıl konumuza yani Hizbullah`la ilişkilendirilen İslami STK`lara gelirsek, her türlü sivil çalışmaya karşı yürütülen kirli faaliyetler ve bu faaliyetlerin tetikçilerinin devlet/hükümetçe korunması, Taraf`ın manşete çektiği MGK kararları benzeri başka türlü kararların varlığını ve bunların ısrarla uygulandığı sonucunu doğurmaktadır.
Gülen grubu gibi uysal, devlet/hükümet katından hormonal destek alan bir yapıya karşı “Eylem planı” yayınlanır da Hizbullah gibi “PKK`den daha tehlikeli” addedilen bir yapıya ve bu yapıyla bağlantılandırılan sivil kurumlara karşı eylem planları yayınlanmaz mı? Yayınlanan gizli ibareli eylem planlarını hareket zemini kabul eden kirli yapının tüm unsurları kendi aralarındaki post kavgasını bırakıp kilitlendikleri hedef üzerine birlik oluşturmaz mı?
Mesela 15 Mayıs 2007 tarihli Başbakanlık Genelgesi… Genelgenin ayrıntılarına sahip değiliz. Ancak o dönemde medyaya yansıyan bazı bölümleri, aslında STK faaliyetlerinin “Terör” kapsamında değerlendirilmesini de izah etmekteydi.
Başbakanlık Güvenlik İşleri Genel Müdürlüğü tarafından “Hizbullah Terör Örgütüne Yönelik Eylem Planı” başlığıyla yayınlanan “Gizli” ibareli genelgede, Hizbullah`ın Bölge illerinde yeniden etkinlik kazandığı uyarısı yapılarak ilginç hususlara yer veriliyordu. Genelgede, Hizbullah`ın vatandaşların başta dini duyguları olmak üzere bütün hassasiyetlerini istismar eden çalışmalar yürüttüğü, çalışmalarının her türlü tedbirle etkisizleştirilmesinin amaçlandığı belirtiliyordu. Söz konusu genelge, Genelkurmay Başkanlığı ve Milli Güvenlik Kurulu Genel Sekreterliği bilgisi dâhilinde, tüm bakanlıklar ile MİT Müsteşarlığı, DPT Müsteşarlığı, RTÜK, Diyanet İşleri Başkanlığı, TÜBİTAK, Basın Yayın ve Enformasyon Genel Müdürlüğü, AA, TRT Genel Müdürlüğü, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü, Aile ve Sosyal Araştırmalar Genel Müdürlüğü, Kadının Statüsü Genel Müdürlüğü, Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğü, Özürlüler İdaresi Başkanlığı ve Üniversite Rektörlüklerine gönderilmişti.
“Vahdet kitabevi çevresinde kurulan Hizbullah” hurafelerini sıralayan genelge, sivilleşme çalışmalarına karşı yürütülecek faaliyetler sıralıyordu. Örgütün önceden karşı çıkmasına rağmen 2003 yılından sonra yeni taktikler geliştirdiği; Hizbullah`ın dernekler, basın yayın kuruluşları ve yayınevleri üzerinden legal faaliyetlere yöneldiği belirtilerek her an silahlı eylemlere yeniden başlayabileceği kehanetine yer veriliyordu. Genelgeye göre Hizbullah, Müstekbir ve Mustazaf temasıyla mensuplarını motive ediyordu. Kadınlara yönelik sohbet, Kur`an okuma ve kermesler düzenlediği, öğrencilere yönelik okul derslerine takviye amaçlı kurslar ile piknik, gezi, çocuk tiyatroları ve Kur`an kurslarını tertip ettiği, fakir kesimlere yönelik giyecek ve yiyecek yardımları, kurban organizasyonları ve sağlık taramaları yaptığı sıralanarak bu faaliyetler konusunda dikkatli olunması ve örgütün propaganda argümanlarının tespit edilerek halkın bilinçlendirilmesi isteniyordu.
15 Mayıs 2007 tarihli “Hizbullah`la Mücadele Eylem Planı” içerisinde yer alan sözde tespitler, bilahare İslami STK`lara ve bugün için HÜDA PAR`a yönelen polisin kirli icraatları için devlet/hükümet onaylı meşruiyet zemininden başka bir şey ifade etmemektedir. Sivil kurumlara yönelik komplolar, Kur`an öğretimi ve kermes gibi faaliyetlerin suç kapsamında değerlendirilerek örgüt üyeliği/yöneticiliği cezalarıyla karşılık bulması çokça garipsense de tüm bunların devlet/hükümet kanadında tekabül ettiği bir “meşruiyet” zeminine dayandığını pekâlâ söyleyebiliriz.
İşte herkesin temiz havasını teneffüs ederken “Allah hükümetimizden razı olsun” dediği “Normalleşme” sürecinde Hizbullah`la ilişkilendirilen İslami faaliyetlerin engellenmesi, İslami STK`ların saldırılara uğraması ve çalışmalarının sabote edilmesi, derneklerin kapatılması, dernek mensuplarına ultra cezalar verilmesi 28 Şubat`tan da beter uygulamaların “Eylem planlarına” binaen uygulanmasının sonucudur.