Tunus ve Mısır`da esen “bahar havası” netice itibariyle nasıl bir zeminde karar kılacağı henüz belli değilken Libya örneği, birilerinin aslında Sonbahar endeksli bir ajandaya sahip olduğunu gösterdi.
Bahreynlilere, diktatörlüğe rıza göstermeyi empoze edenler, Suriye meselesi ile vahim dengelere oynadıklarını ikinci kez gösterdi. Hareketliliğin merkezi, İslam dünyasının kalbi Ortadoğu bölgesi. İran İslam Devrimi, Lübnan İslami Direniş Hareketi, Filistin`de inisiyatifi eline alan İslami direniş, Siyonizm ve Amerikan emperyalizmi yararına süregelen tekdüze dengeyi sekteye uğrattı. Farklı bir hat oluştu ki, adına direniş hattı dendi. 1980`den beri direniş hattı tüm müdahale ve komplolara karşın bölgesel güç olduğunu her geçen gün daha fazla gösterdi. Öyle bir noktaya gelmişti ki, bölgesel statüko, eski tarz siyasetle ilerlemek bir yana, pozisyonunu koruma telaşına düşmüştü.
Yeni bir atılım, yeni bir dizayn, statükonun bölgedeki sıkışmışlığından kurtulma çaresi olabilirdi. Nitekim şu anda halk ayaklanmalarına sahne olan ülkelerde halkın haklı direnişini yerine göre engelleme/yönlendirme/sabote etme çabaları, sıkışmışlıktan kurtulma hamlesine dönüştürülme gayretleriyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadır.
Bölgesel statükoya karşı direniş hattı denen blokta en önemli kavşak, kuşkusuz ki Suriye`dir. Ancak uygulamadaki baskıcı rejimin engizisyon dönemlerini aratmayan uygulamaları, aynı zamanda bu önemli kavşak noktasını direniş bloğunun en zayıf halkası kılmaktadır. İran`a dönük askeri ve siyasi komplolar başarısız testlerden sonra olumsuz neticelenmişti. Lübnan ve Filistin İslami Direniş hareketlerine dönük imhacı operasyonlar da aynı şekilde başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Ancak Suriye, bugüne kadar geniş mutabakatlı bir siyasi/askeri testten geçmiş değildi. Gerçi Suriye`nin konumu, statüko karşıtı bloğa daha ziyade lojistik destekle ilgilidir. Ancak Suriye`nin “düşmesi”, direniş bloğuna ciddi bir darbe indirecek potansiyele sahip görünmektedir.
Suriye halkının baskıcı rejime karşı haklı başkaldırısını elbette sorgulamak durumunda değiliz. Ancak halkın fedakarlığı üzerine konmak üzere yıllarını ABD-Arap-Avrupa başkentlerinde geçirmiş “kıdemli zevat”ın bir anda leş kargaları gibi farklı mekanlara üşüşüp toplantı üstüne toplantı düzenlemesi, ABD ve Siyonizm yararına demeç verme yarışına girmesi, hiç de hayra alamet görünmemektedir.
Batı başkentlerinde Petro-dolarlarla iyi beslendikleri gözlenen “muhalif” kisveli entrikacı zevatın kimlerin nam-ı hesabına çifte salladıkları kendi beyanatlarıyla ortada iken bunların bir anda Türkiye`yi mesken tutması, Suriye bağlamında olduğu kadar, Türkiye-Suriye ilişkileri ve Türk dış politikasının “Stratejik Derinlik” esasına dayalı “Komşularla sıfır problem” ilkesini de sorgulanır hale getirmiştir.
Son yıllarda Türk dış politikası, özellikle Arap ülkeleriyle hiç olmadığı kadar iyi bir ilişki trendine girmişti. Artan politik ilişkiler, büyümeye başlayan ticaret hacmi, kurulması öngörülen ortak pazarlar, kaldırılan vizeler, Türkiye`yi Arap dünyasının parlayan yıldızı konumuna yükseltmişti. Kaldı ki bu ilişki sadece Arap ülkeleriyle değil, diğer İslam ülkeleriyle de kurulmuştu.
Libya konusunda müdahale karşıtlığı üzerine politik söylem geliştirildi, ancak kısa bir süre sonra müdahil aktörlere eşlik edildi.
Suriye üzerine tehlikeli çanlar çalınınca yine Suriye yanlısı bir irade belirdi, ancak uzun sürmedi. Suriye rejimi karşıtı garip simaların karargahlarını Batı başkentlerinden Türkiye`ye taşımaları ise, Türk hükümetinin neden kırılgan tavırlar sergilediğini ister istemez merak konusu haline getirmektedir.
Komşularla sıfır problem ilkesinin simgesiydi Suriye. Aynı zamanda Arap dünyasına açılan en önemli kapı idi, Türkiye için. Diplomatik ilişkiler o kadar geliştirildi ki, deyim yerindeyse canı sıkılan her Türk diplomatın soluk aldığı biricik ülke haline gelmişti. Devlet-hükümet başkanlarının ailece karşılıklı ziyaretleri, First Leydi`lerin muhabbetlerinin gölgesinde kalmıştı.
Elbette Suriye ile bu denli ilişkiler ne israil`in, ne ABD`nin, ne de statükocu Arap krallıklarının hoşuna gitmiyordu. Hatta onların çatık kaşları, değişik vesilelerle hissedilebiliyordu. Kimi zaman çatık kaşlar, Türkiye`de iktidar odaklı bazı iç siyasi çekişmelerde de hissedilebiliyordu.
Açıkçası Türk hükümetinin Esad yönetimini “arkadan” vuracağı anlamına gelen herhangi bir faaliyet içerisine girmesine ihtimal verilemeyecek bir ilişki tablosu meydana gelmişti. Ancak Suriye`ye sıçrayan “bahar havası”, belli bir süre sonra “anlaşılmaz” bir şekilde Türkiye`nin tavrına da yansımış görünmektedir. İlk günlerde hareketliliğin Esad yönetimine kriz faturası ya da müdahale gerekçesine dönüşmemesi için hükümet yetkilileri olağanüstü bir performans sergiledi. Batı başkentleri ile Şam arasında yoğun bir arabuluculuk trafiği yaşandı. Ancak gelinen noktada Esad`a verilen desteğin geri çekildiğinin belirmiş olması, Ankara`nın bu konuda nefesinin tükendiğinin göstergesi olmuştur.
Suriyeli muhaliflerin artık toplantı silsilesi için Türkiye`yi mesken tutması ve son Antalya toplantısı, Suriye`nin Ankara nezdinde de gözden çıkarıldığının ifadesidir. Esad`ın ağır aksak da olsa reform girişimlerinin Ankara`dan zılgıt yemeye başlaması, aynı zamanda Türkiye`nin Suriye tavrındaki ani değişikliğin de sorgulanmasına yol açmaktadır.
Ankara`nın kısa sürede takındığı tavır değişikliğinin elbette “çok özel” sebepleri olmalıdır. Ancak bu ani tavır değişikliği, her şeyden önce özgün bir ilişki biçimi izlenimi veren “Stratejik Derinlik” prensibinin Trablus`tan sonra Şam`dan da döndüğünün habercisi gibidir. Libya`ya özgürlük adına yapılan müdahale, sivil katliamlarıyla nefret duygularını körüklemektedir. Şimdilik Türkiye`nin Suriye tavrını eleştirmeye başlayan, hatta muhaliflere ev sahipliğini “Savaş sebebi” sayan yorum ve makalelerle eleştirel bakış açısı kendini göstermiştir. İleriki günlerde Suriye`ye karşı olası bir müdahale yapılırsa ya da provası yapılan iç çatışmalar baş gösterirse, oluşacak sivil can kayıplarının önemli bir müsebbibi olarak Türkiye gösterilebilecektir. Bu durumun, Arap halkları arasında artan Türkiye hayranlığının hayal kırıklığına tevdi edeceği unutulmamalıdır.
İyi de Suriye ile başlayan cicim ayları, neden bir anda hücum aylarına dönüşüverdi? İşte burada, özellikle seçim süreciyle beraber hükümeti hedef alan geniş kapsamlı bir muhalif cephenin başlattığı amansız taarruzun uluslararası boyutla bağlantılı olma olasılığı ön plana çıkmaktadır. Türkiye`de muktedirlik ve sivilleşmeye dönük vurgular artmış olsa da iç siyasi dizayn kararlarının hala uluslararası mahfillerden geçtiği gerçeği ortaya çıkmaktadır. Türkiye`nin Suriye tavrı henüz muğlak iken CIA yetkililerinin Ankara`yı mesken tutması, ABD Genelkurmay İkinci Başkanı`nın Ankara ziyareti ve Ricciardone ile Başbakan`ın sürpriz görüşmesi sıradanlığın hayli ötesindeydi. İlginçtir ama bu görüşmelerden sonra Öcalan`ın “ABD Kürtleri Sattı” tespitinde bulunma gereği duymuştur. PKK`nin seçim süreci ve 15 Haziran sonrası olası tehditlerine bel bağlayan statükonun önemli aktörlerinin iktidar odaklı hesaplarına da çomak sokmuştur.
Uzun bir aradan sonra yeniden başlayan “Paşa” avı, yeniden hız kazanacağı emareleri gösteren Ergenekon-darbe operasyonları, dış platformda sağlanan destekten bağımsız değildir.
Bellidir ki, bölgesel planda uluslararası statüko yanlısı tavır takınmaktan sakınan hükümet, uygulanan yakın markaj yüzünden içteki statükoyla siğaya çekilmektedir. Bu durum da dış politikadaki stratejiyi derinlikli olmaktan uzaklaştırmaktadır.