Başbakan Erdoğan, Reyhanlı patlamalarını “Anneler Günü” programında değerlendirirken şunları söylüyordu:

“Bizi Suriye`deki bataklığa çekmeye çalışan her provokasyona karşı son derece soğukkanlı olmak zorundayız. Büyük devlet; hadiseler karşısında soğukkanlı davranan, akl-ı selimle hareket eden devlettir.”

Başbakan Erdoğan, Reyhanlı saldırısıyla Türkiye`nin çekilmek istendiği “bataklık”a dikkat çekerken siyasi; ama tarafsız gözlemcilerin şu ortak kanaatte birleştiklerini herhalde pek dikkate almıyordu. Suriye, Türkiye için bir bataklık halini çoktan almıştı. Nitekim çokça şikâyet edilen Obama yönetiminin Suriye`ye doğrudan müdahale etmemesi, aslında Suriye bataklığıyla özdeşleşen dış politika başarısızlığının tamamen yapılacak dış müdahaleye göre kurgulanmış olmasıydı.

Bilirsiniz; Suriye, AKP iktidarının ilk dönemlerinde Türkiye`nin Arap/İslam âlemine açılmasının kapısı ve sembolü olmuştu. Gidişata bakılırsa sıfır sorundan sıfır ilişkiye açılan kapısı/sembolü yine Suriye olacaktır. Nedeni ise çok basit! Tüm hesaplar, Amerikan müdahalesiyle Esad yönetiminin devrilmesine göre ayarlanmıştı. Oysa Ankara`daki hesap ne Şam`a uydu, ne de Washington`a! Esad devrilmediği gibi, Washington da doğrudan müdahaleye girişmedi, girişmeyecek de.

Başbakan`ın ABD seyahati öncesinde yapılan Ankara merkezli analizlerde, Obama yönetiminin en azından uçuşa yasak bölgeye ikna edileceği beklentisi hâkimdi. Buna kısaca Obama`nın Türk tezlerine yanaşması da diyebilirsiniz. Oysa yapılan görüşmelerden sonra ortaya çıkan sonuç, Türkiye`nin ABD tezlerine boyun eğmek zorunda kaldığı gerçeği oldu.

Basına yansıyan açıklamalara göre;

Siyasi geçişi öngören Cenevre görüşmelerine rücu edileceği, siyasi süreci idare edecek bir geçiş döneminin yetkilendirilecek bir organa devredileceği, ülkedeki tüm unsurların haklarını koruyacak tedbirlerin alınacağı ve “aşırı uçlara” müsaade edilmeyeceği üzerine bağlayıcı olmayan bir mutabakata varıldığı sonucu ortaya çıktı.

Ancak ısrarla öne çıkarılan bir diğer faktör de uygulanabilmesi halinde geçişin “Esad`sız” olacağı varsayımıydı.

Cenevre görüşmelerine atıfların yer alması, Suriye`de kısır döngüye dönüşen silahlı çatışma ortamının tarafların baskı veya telkinleriyle son bulması anlamına gelmektedir. Ancak durumun kontrolden çıktığı gerçeği göz önüne alındığında bunun ne derecede uygulanabilir bir durum olduğu da rahatlıkla tartışılabilir.

Diğer bir husus da topun Cenevre`ye atılması, Suriye meselesinin artık Türkiye ve ittifak kurduğu Katar ile Suudi gibi aktörlerin denetiminden alınarak ABD-Rus ikilisinin doğrudan denetimine geçmesi ve iki güç arasında pazarlık alanı haline getirilmesi anlamına gelmektedir.

Bu durumda gerek “bölgesel güç” iddiasının ilk test alanı olması, gerekse Esad sonrası Suriye iç dengelerinde söz sahibi olması ve bu bağlamda ikinci bir Kürdistan sendromunu yaşamak istememesi nedeniyle Türkiye`nin endişeleri tamamen ABD-Rus pazarlığının insafına kalmış olacaktır. Obama ile varılan “Esad`sız” formül ise bir yönüyle yine mezkûr ikilinin pazarlıklarıyla şekillenecek bir mesele olsa da silah zoruyla uzaklaştırılamayan Esad`ın kolayca denklem dışına çıkacağını beklemek hayli güç.

Yine ikili arasında “silahsız çözüm” formülü kabul edilse bile silahlı muhalefetin özellikle “aşırı uç” ya da “terörist” parantezine alınan kanatlarının buna uyacağı ihtimali neredeyse hiç bulunmamaktadır.

Kaldı ki muhalefetin belli kanatları üzerinde oldukça fazla etkisi olan Türkiye ve diğer malum ülkelerin takınacakları tavırlar da yine silahlı grupların bir kısmının takınacağı tavırları doğrudan etkileyebilecektir.

Öte yandan Cenevre`ye çağırılmak istenmeyen İran ve Hizbullah, öbür taraftan israilin takınacağı tavır da Suriye için öngörülen çözüm formüllerinde hayli etkili olacaktır.

Bu durumda gerek Suriye iç dengeleri gerekse müdahil olan aktörlerin çokluğuna bakılırsa aslında ABD-Rus ikilisinin varacakları muhtemel çözüm formüllerinin de uygulanma şansının oldukça zor olacağını öngörebiliriz. Bu da keşmekeşliğe gark olmuş Suriye sahasında, silahlı çatışma yönteminin kolayca sona ermeyeceğinin göstergesi gibi durmaktadır.

İster eleştiri isterseniz tespit olarak kabul edin, Suriye politikasına müdahil olan ülkelerin en ciddi kaybedeni şimdiki tabloda Türkiye olmuştur. Siparişle başlayıp şu anda kambura dönüşen mülteci sorununu bir tarafa bıraksak bile bunun ilk ciddi sancısı her ne kadar Reyhanlı ile açığa çıktıysa da aslında Reyhanlı, müstakbel sancılara da işaret etme potansiyeli barındırmaktadır. Bunda da Suriye politikasının Esad`ın mezhepsel kimliği üzerinden inşa edilmesi ve belli çizgideki Alevi-Sol çevrelerin bu politikadan kıl kaparak farklı arayışlar içerisine girmeleridir.

Bunun yanında Türkiye, Esad`sız bir Suriye hayaliyle yola çıkarken işin daha başında oldukça stratejik hatalara sapmış, meseleye deyim yerindeyse bir mahalle kavgası mantığıyla yaklaşmıştır.

Suriye politikası şekillenirken sadece kendi halkına zulmeden Bin Ali, Kaddafi ya da Mübarek gibi her an devrilmesi düşünülen bir Esad portresini göz önüne almıştır. Suriye`ye yönelirken Ortadoğu denkleminde kilit rolü göz ardı edilmiş Rus faktörü, İran, Irak, Hizbullah gibi faktörleri oldukça hafife almıştır. Sadece finans kaynaklarıyla müdahil olan Katar ve Suudi ile müdahillik yarışında bulunmuştur. Ürdün krallığı kadar bile temkinli bir politika gözetememiştir.

Dahası, Suriye iç dengelerindeki karmaşık ilişkileri bile tam çözüp sağlıklı bir değerlendirmeye tabi tutamamıştır. Olayların ilk patlak verdiği günlerde Esad yönetimine üçer beşer aylık periyotlarla ömür biçmesi bile üstünkörü bir Suriye politikasına işaret etmektedir. Zaten biçilen aylık ömür periyotlarının gerçekleşmemesi ve Esad yönetiminin hâlâ devrilememiş olması Türkiye için başlı başına bir politik iflas olmuştur.

 Süre uzaması, bundan sonra Esad gitse bile Türkiye`nin başından beri öngördüğü politik hedeflerinin gerçekleşmesini neredeyse imkânsız hale getirmiştir. Savaş koşullarının uzaması ve inisiyatifin Cenevre aktörlerine geçmiş olmasının, Suriye`deki Kürt bölgesini statü açısından nasıl şekillendireceği açısından da Türk tezlerini meçhule sürükleyecektir. Kürt bölgesinde ortaya çıkan PKK/PYD etkisini çevrelemek adına startı verilen “Çözüm süreci”nin ne yönde şekilleneceği de ayrı bir tartışma konusu haline gelecektir.

Ve her şeyden önce “bölgesel güç” iddiası ilk testinde başarısızlıkla sonuçlanmaya doğru yol almış bulunmaktadır.

Türkiye için “bataklık” benzetmesi yapılmaya başlanan Suriye`nin iç dinamiklerinin yanı sıra dış aktörlerin Suriye üzerindeki planlarının yeterli bir şekilde irdelenmemiş olması, Türkiye`yi bataklığa sürükleyen başlıca etken olmuştur. Bunda hükümetin dış politika lobisinin etkisi olduğu kadar, gerçekleri irdelemeyi “Esadçılık” suçlamasıyla perdeleyip medyatik lince tabi tutmayı marifet sayan farklı çevreler de etkili olmuştur.

Suriye`deki karmaşık iç/dış denklem karmaşasını dile getirenlere karşı Suriye`deki katliamları öne çıkartıp Türkiye`nin politikasını “insani” kavramlarla izah etmeye çalışan kesimlerin unuttuğu bir gerçek var ki devletlerin politikasında aslolan milli, siyasi ve ekonomik çıkarlardır. Yeryüzünde “insani” duyguları ön plana çıkarıp gerektiğinde milli, siyasi ve ekonomik çıkarlarını gözden çıkaran bir devlet geleneği var mıdır? Hele hele modern çağda, laik-ulus devletler arasında!..