Provokasyonlara giden yollar adeta mermerle döşendi. Medya öncülük etti, şehir merkezleri Texas`a döndü. Toplumsal hayat adeta Tomixlerin insafına terk edildi.
Haklarını yememek lazım, tüm ortaklar gerilim senaryosunda rollerini en ince ayrıntısına kadar başarıyla icra etmekten geri durmuyorlar, durmayacaklar da. Kirli strateji için sosyal hayat resmen terörize ediliyor, çatışma olasılıklarının her çeşidi denenmeye çalışılıyor. YSK`nın başlattığı süreç TSK ile devam ediyor. TSK, kuşkulu eylemlerle sürecin ana aktörü haline getirilmeye çalışılıyor. İmralı imparatorluğu felaket tellallığıyla danışıklı döğüşün alevlerine odun taşıyor. Giderek cılızlaşan sağduyulu yaklaşımlar, taş, molotof ve gaz bombaları arasında önemini kaybediveriyor. Çoğu zaman küçük çaplı sürtüşmelerde bile sokaklarda gaz bombası ve molotoflar, Doğan Medyası sayesinde önce ekranları aşarak evlerde patlatılıyor, sonra düştüğü yerde etkisini gösteriyor. Böylece bölgede ısrarla oluşturulmak istenen iç çatışma ve provokasyon denemeleri, Türkiye`nin farklı bölgelerine de yansıtılmak isteniyor. PKK/BDP çevresi tüm olumsuzlukların kaynağı olarak hükümeti gösteriyor. Öte yandan geleneksel Kürt düşmanlığının tescilli kadroları, PKK/BDP şahsında Kürtleri yeniden keşfetmenin mutluluğunu yaşıyor.
Hükümet mi? Aslına bakarsanız Kastamonu eylemini saymazsanız üzerine ölü toprağı serpilmiş hissi veriyor. Bölge şiddet sarmalına doğru sürüklenirken hükümet cephesinin duyarsızlığı ya da çıkan kimi cılız sesler, üçüncü sınıf bir muhalefet partisinin üslubunu andırıyor.
İyi de ortada ters giden bir durum var. Ortaya çıkan fiili durum öylesine pis kokular yaymaya başladı ki, üçüncü sınıf muhalefet rolüne oynayan hükümetin tavrı ister istemez derin kuşkulara yol açıyor. Doğal olarak suçlamaların ana hedefi oluveriyor.
İnsanlar katlediliyor, hükümetten ses yok!
Maganda tarzı eylemlerle şehir hayatı mahvediliyor, hükümet oralı olmuyor.
İşyerleri, bürolar, sivil kurumlar ateş çemberine alınıyor, güvenliği sağlamaktan sorumlu hükümetin esamesi okunmuyor.
Seçim meydanlarında Başbakan ve hükümet üyelerinin değerlendirmesi, yetkisiz bir muhalefet partisinin veryansınlarından öteye geçmiyor. BDP`liler, hükümet baskısından dolayı seçim çalışması yürütemediklerinden dem vuruyorlar. Hükümetten bir tepki yok. Hükümet partisinin adayları bürolarına hapsolmuş durumdadırlar, yine ses yok. Sahi ne oluyor hükümete? Kontrolü gerçekten de kayıp mı etti?
Derken… Başbakan, merak edilen tepkisini ilk kez geçen Çarşamba ortaya koydu. Üslubu, belki de geç kalınmışlığın verdiği bir psikoloji ile de oldukça sert oldu. Ortalığı kimseye bırakmayacağını söyledi, sürecin bilinçli bir komplonun ürünü olduğunu söylemekten hareketle “Kandil – Silivri ortak senaryosu” vurgusuyla özetlemeye çalıştı.
İyi de bir ayı aşkındır kim veya kimlerin ürünüyse aynı senaryo tüm acımasızlığıyla sürdürülüyorken; eski düşmanların yeni dostluklar üzerine inşa ettiği seçime özel senaryonun tüm aktörleri bangır bangır bağırıyor iken Başbakan tepki vermede niye bu kadar gecikti. Belki de bunu anlamak için Başbakan`ın yine bu hafta içerisinde ABD Büyükelçisi Ricciardone ile gerçekleştirdiği sürpriz görüşmeye odaklanmak lazım gelir. Keza ABD Genelkurmay İkinci Başkanı`nın Ankara ziyareti de bu bağlamda önemli.
Buna değinmeden önce isterseniz biraz daha geriye gidelim. Geçtiğimiz Ocak ayında Radikal yazarı Murat Yetkin, Öcalan`ın avukatlarıyla görüşürken şunu söylediği medyaya yansımıştı: “AKP seçim öncesi çatışmalar olsun istemiyor ve seçime kadar sizi oyalıyor. Hedefleri seçimde yüzde 50 oy almak, anayasayı değiştirecek çoğunluğa ulaşmak. Bunu başarırsa seçimden sonra sizi de bizi de süpürecek.”
Elbette Murat Yetkin`in öngörüsü, kişisel bir öngörü veya arzu değildi. “Silivri” ile anılan malum cephenin İmralı ile seçime özel koalisyon arzusuydu. Başbakan, “Silivri-Kandil” formülü dedi ama, kirli senaryoların yürütülmesinde nihai karar merciinin İmralı olduğu aşikardır. Dolayısıyla buna “Silivri-İmralı” tezgahı demek belki daha uygun düşer. Kaldı ki bu aralar gerginliğin dopinge dönüştürülmesi yönünde Silivri merkezli medyanın çokça hoşlandığı “Çok kötü şeyler olacak” ezberinin kaynağı da bizzat İmralı olduğu ortadadır.
Şimdi tekrar Başbakan`ın görüşmeler sonrası son sözlerini de göz önüne alarak biraz “sınır ötesine” uzanalım. Türkiye`de deyim yerindeyse düğmeye basan ana aktörlerin merkezinin ne İmralı, ne Kandil, ne de Silivri olduğunu söylemek için komplo teorisyeni olmaya gerek yok. İç dengelerin şekillenmesinde dış faktörlerin belirleyiciliği herkesin malumudur. Dolayısıyla Tel Aviv`in maslahatlarını gözetmekle görevli Washington`daki lobiler ve Neo-con`ların yeri geldiğinde devreye girerek Türkiye`de bir takım siyasi rötuşlar yaptığı biliniyor. Bu odaklardan işaret alan içteki farklı odakların da zaman zaman şaha kalktıkları da yine herkesin malumu.
Durum bu sefer de dış odak nezdinde oldukça kritik bir hal almış durumda. Bölgedeki halk isyanları üzerinden yapılmak istenen harici müdahale ve dizayn çabalarında Türkiye`ye duyulan ihtiyaç oldukça önemli. Libya konusunda sert çıkışlar yapan hükümet fazla direnemedi. Ancak Suriye bağlamında AKP hükümetinin takınacağı tavır oldukça önem arz ediyor. Şimdilik sessiz kalmakla dizayn çabalarına fazla katkı sağlamama görüntüsü veren hükümet, İmralı-Silivri koalisyonu üzerinden yürütülen baskı dalgasına ne kadar direnebilecek? Aslına bakılırsa Başbakan`ın ABD elçisiyle görüşmesinden sonra ilk defa sert bir tonla tavır takınması, Washington nezdinde inisiyatifi tekrar ele aldığının/alacağının işareti gibi duruyor.
Zaten Öcalan`ın son süreçte artan “Tahrir Meydanı” takıntısı da aslında kirli ittifakla olan derin bağlarıyla açıklanabilir. Nitekim aynı Öcalan`ın Yüksekova`da Mustazaf-Der üzerinden yürütülen derin operasyonu değerlendirirken hem “kardeş Silivri halkına” hem de İran vurgusuyla “kardeş Tel Aviv-Ağabey Washington`a” selam, saygı ve hürmetlerini arz etmesi, sadece “Serok`un kerametleri” ile açıklanacak bir durum elbette değildi.
Hülasa; “Washington`da pişer, bize de düşer” kuralı, kritik seçim sürecinde bir kez daha tecelli etmiş oldu. Silivri yerleşkesini kıble edinmiş medya ve siyaset cephesi tek yumruk olup Kürdistan dağlarına selam çakarak el sallarken; joplanan, gazlanan Kürt çocukları yine acımasız hesapların mağduru olmaya devam edecek gibi gözükmektedir.
Kürt halkının en temel haklarını talep etmek adına daha mantıklı yöntem ve mecralar dururken tüm çabaların “Serok”un kişiliğine/tahliyesine adanması eğer adil bir çözüme kapı aralayacaksa, o halde hep beraber söyleyelim:
“Biiiji Seerok!!!”